Edebiyat ile Siyasetin Ortak Paydası:
Bir millet olma mekânı olarak ev
NUH KÖKLÜ
Filhakika o, kaçış kapılarını arayan insan değil eve dönen adamdır
Ahmet Hamdi Tanpınar
Yahya Kemal’in doğduğu Üsküp’teki ev dışında hiçbir mekânı “ev”i olarak kabul etmediğini, hayatı boyunca yaşadığı mekânlarda “bir geçicilik” hissiyatıyla dolaştığını ve örtük olsa da bütün şiirlerinde, hayalinde yaşattığı evden bahsettiğini söylemek mümkün. Yahya Kemal’in şiirindeki “rüyada” olma üslubunun, bir zamanlar kendini mutlu hissettiği, mevcudiyetini sorgulamadan yaşadığı “ev”in sesi olduğunu söylemek de mümkün. Beşir Ayvazoğlu, Eve Dönen Adam’ın önsözünde, “Bütün eski hayatımızı ‘ev’ leitmotivini ele alarak tahlil edebilirsiniz, dış dünyanın hayhuyundan uzakta sadece bizim olan, sadece bizim hükmümüzün geçtiği, kıskançlıkla koruduğumuz bir mahremiyet çerçevesi, kısaca bir yaşama biçimidir ev,” der. (s. 9) Ayvazoğlu’nun bahsettiği “ev” mahremiyet, kadimlik, yücelik atfedilen, kısacası millete dair olan şeylerlerin bir ifadesidir. Bütün bir hayatımızın “ev” leitmotivi etrafında okunabileceği iddiası ise kesinlikle doğru, çünkü Ahmed Midhat’tan başlayarak aşağı yukarı bütün romancılarımız içinde yaşanan, verili olan bir “ev”in içerisinden konuşurlar; romancılarımızın yaptıkları o verili olan “ev”e insanları nakşetmektir – ki romanın cemiyetin aynası olduğunu iddia eden Peyami Safa’dan beri gerçek hayatı romandan bakarak çözmek neredeyse bir gelenek haline geldi. Ahmed Midhat için nahoş bir konu olan “kiralık ev” kavramından, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanına ve Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ile Kiracıları kitapları arasına bir çizgi çizdiğinizde ortaya tek bir şey çıkar: “Ev”i kaybetmek... Ahmet Hamdi Tanpınar daha da ileri gider: “Ahmed Midhat’taki ev mutlak huzur içinde olunması hatta [onun] büyük bir ev olarak gördüğü memleketin de huzurlu olmasının teminatıdır.”
Yahya Kemal hayatı boyunca bir “ev” hayaliyle konuşur, şiirlerine ton veren “rüya” üslubunun bu anlamda huzur içinde yaşanacak bir ev olduğunu söylemek fazla kestirme olmayacaktır. Beşir Ayvazoğlu da bu rüyayı takip eder, bu takibin ipucunu da yine kitaba yazdığı önsözde verir: “Aslına bakılırsa Batılılaşma tarihimiz bir evden kaçış tarihidir.” (s. 9) Yahya Kemal’in Üsküp’teki evden ayrıldıktan sonra İstanbul’a, oradan da Paris’e gidişi bir bakıma Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumun özeti gibidir. Üsküp’ten İstanbul’a geliş imparatorluğun toprak kaybının, Osmanlı cemaatinin parçalanmaya yüz tuttuğu bir dönemin ifadesiyse, Paris’e kaçış ise bu parçalanmaya karşı hal çareleri üretenlerin sürgün mekânıdır. Yahya Kemal, Paris’ten “Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı/ Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı” dizeleriyle hissiyatını ifade ettiği memleketine dönüşünde tek bir şeyi fark eder: Ahmet Haşim’in Müslüman saati dediği iç hayatın, yani dünyayı algılama biçiminin uzağında yaşadığını. Bu durumu bertaraf etmek için Büyükada’da bir camiye gider: “Onlarla kendimi yek dil yek vücud olarak gördüm” diyerek, sezgisel olarak fark ettiği “millet olma” halini dile getiren Yahya Kemal’in yeniden Müslüman hayatına katılımı bir nevi kendisinden önceki aydınların kendilerine görev olarak atfettikleri “memleketin hali”ni düşünmek olarak şekillenir. Bu şekillenme Beşir Ayvazoğlu’nun önce Eve Dönen Adam kitabında daha sonra ise bu kitabın malzemeleriyle kurguladığı Bozgunda Fetih Rüyası kitaplarında ayrıntılı bir şekilde takip edilir. Bu takip sırasında Türk Ocaklarının faaliyetleri, İttihat ve Terakki iktidarı, milli mücadele gibi siyasi oluşumların yanında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Halide Edip gibi edebi şahsiyetlere de yer verilir; bu edebi ve siyasi kimliklerin örtüştüğü, dahası birbirlerini çağırdığı ortak noktalar ise hem bu yazının hem de bizatihi bahsi geçen şahısların asıl derdidir. Siyasi oluşum (ki en üst ifadesi millet ve millete ait devlettir) ile edebi ifade ortak bir paydaya sahiptirler. Edebi olanın “hayalde” yarattığı imge ile siyasi olanın yarattıkları aynı şeydir. Yahya Kemal, memlekete ilk döndüğü sıralarda “beyaz lisan” meselesini ortaya atarak ortak, anlaşılabilir bir dil yaratmak ile memleketin kurtuluşu için hal çaresi üretmek arasındaki mesafenin o kadar da uzak olmadığını gösterir. Beşir Ayvazoğlu’nun kitabındaki şahıslar kadrosuna kabataslak baktığınızda bile bu yakınlığı görmeniz mümkün. Mesela Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi Türk Ocakları üyesi bir yazar ile Ziya Gökalp gibi Türklük şuurunun bilince çıkarılması gibi konularda yazılar yazan bir mütefekkir aynı sahneyi paylaşırlar.
Ne harabi ne harabatiyim
Kökü mazide atiyim.
Yahya Kemal bu dizeleri Ziya Gökalp’in kendisinin Osmanlı tarihine düşkünlüğüne ilişkin alaylı yaklaşımına karşın yazar. Söylemek istediği açık: Mazisi olan ve atiye bakan bir şahıs, şahısla özdeş hale gelmiş bir milletten bahseder şair. Bütün milletlerin ortak özelliği kendilerine kadimlik ve sonsuzluk atfetmektir; “biricik” olduklarını ifade etmenin bir yöntemi... Yahya Kemal’in yaptığı da bundan farklı değil, fakat yine de ortada bir sorun var. Beşir Ayvazoğlu’nun “evde yangın” metaforuyla ifade ettiği (s. 69- 80) I. Dünya Savaşı yılları, Osmanlı’nın yıkılışa doğru gittiği, Osmanlı üslubu millet projesinin zorunlu olarak Türklük projesine evrildiği yıllar. Bu yıllar içerisinde geçmiş ve geleceği aynı dize içerisinde birleştirmenin bir umutlu olma dürtüsünden farklı olması gerekir ki Türkiye Cumhuriyetini bu noktada Osmanlı mirasının bir devamı olarak görmek, en azından zihniyete ilişkin bir “sürekliliğin” ifadesi olarak ondan bahsetmek mümkün olsun. Daha ilginç bir nokta da şu: Beşir Ayvazoğlu’na göre, Yahya Kemal kültürde sürekliliğin önemini çok erken kavramış ve ömrünün sonuna kadar imtidad fikrini savunmuştur. İmtidad, zamanın sürekliliğinden, sürekli bir oluştan farklı bir kavram. Belki de Yahya Kemal’e ve öğrencisi Ahmet Hamdi’ye yaklaşmak için bu kavramın ifade ettiklerini biraz açmak gerekir. İmtidad sürekli bir oluş halini, Bergson’un deyim yerindeyse sürekli birbirinin üzerine binerek ilerleyen bir zaman tasarımını ifade ediyor. Bir anlamda Ahmet Haşim’in örtük bir şekilde “Müslüman saati” dediği zaman anlayışı... Ahmet Hamdi’nin “ruhları olduğunu ve kullanıcısının haline büründüğünü” belirttiği saatlere ilişkin düşüncelerinde kendisini gösteren ve son tahlilde bir ruh halinin ifadesi olan imtidad Yahya Kemal’in olduğu kadar Osmanlı-Türk zihniyeti arasındaki süreklilik ilişkisi için de bir anahtar kavram haline geliyor. Burada Cumhuriyet’in kurucularının bu süreklilik ilişkisini bozarak yeni bir kültür yaratma projelerinin ayrı bir tartışma konusu olduğunu belirtip Yahya Kemal’in bu süreklilik ilişkisindeki rolüne değinelim. Yahya Kemal, Mustafa Kemal’in sofrasında oturmuş, o sofradaki tartışmalara katılmış (Cumhuriyet asıl olarak o sofrada kurgulanmıştır ki Niyazi Akın’ın sofralar ve evlerin hayatımızı anlamak için ne kadar önemli olduğu konusundaki bahsini de hatırlamak gerekir) ve o tartışmalarda Alfred de Vigny’nin “Dişi Kurt” şiirini Mustafa Kemal’i düşünerek Dergâh dergisinde yayımlattığını belirtmiştir. Sofrada Mustafa Kemal şairin “ulus” konusundaki fikirlerini dinlemek ister. Yahya Kemal, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi açık bir şekilde ulus projesini dile getiren, ulusun kuralları üzerine kafa yormuş bir şahsiyet olmadığı halde, bu tartışmanın muhatabı olması kanımca Mustafa Kemal’in kafasındaki bir nevi proto Kemalizmin varlığıyla ilgili. Eskisinden farklı, çok özel şartlarlarda örnek olmak için tasarlanmış bir projeler silsilesi olarak okunabilecek Kemalizmin, yine çok özel olarak tasarlanmış, daha doğrusu zaten “oluş” şeklini zımnen bilen birisi tarafından dile getirilmesinin ifadesi olarak görebiliriz bu tartışmayı. Bir kez düşünelim: Söylemek istedikleri net olan bir Ziya Gökalp ile istismara uğrama ihtimali yüksek bir milli kimlik projesini ileri süren Yusuf Akçura Cumhuriyet’in kurucuları için riskliydi. Aynı kurucuların risk konusundaki hassasiyeti 1930’lu yılların sonuna kadar süren ve adına inkılaplar denilen projelerde kendini göstermişti. Böylelikle Yahya Kemal’in imtidad fikri en azından var olan şartlarda tartışılabilir ve içeriği doldurularak yenileştirilebilirdi. Kaldı ki bu noktada Mustafa Kemal’le birlikte Cumhuriyet’in kurucularının İttihat ve Terakki geleneğinden geldiğini ve onların da bir bozgun alametinin yetim çocukları olduklarını söylemek gerekir.
Bozgun kavramı hem Osmanlı tarihinin son dönemlerini anlamak hem de Beşir Ayvazoğlu’nun önce Eve Dönen Adam, ardından Bozgunda Fetih Rüyası kitaplarını anlamak için biraz deşilmesi gereken bir kavram. Osmanlı kendisinin ne olduğunun farkına tam da yok olmaya başladığı, en azından fetih günlerinin ihtişamından uzaklaştığı anda vardı. İbn Haldun’un deyimiyle “asabiyyet” döneminin sonrasında Osmanlı, içinde bulunduğu durumun farkına vararak, bu durumun bertaraf edilmesi için hal çarelerine başvurdu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Osmanlı modernleşmesinin ilk vesikası olarak gördüğü Usulü’l-Hikem Fi Nizami’l-Ümem (İbrahim Müteferrika) gibi çalışmalarda “Osmanlı nizamının bozulması”ndan bahsedilip devlet yetkililerine bu durumun değiştirilmesi ve nizamın yeniden tesisi için neler yapılması gerektiği vurgulanır. Yine ilk örneği Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi olmak üzere Batı’ya giden Osmanlı sefirleri oradaki hayatı anlatarak “biz” ile “onlar”arasındaki farkların altını çizerler. Hem Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendinin Sefaretnamesi’nde hem de devlete sunulan layihayalarda asıl tonlama “biz” ile “onlar” arasındaki farktır. Sonraki kuşaklar –ki az çok yabancı dil öğrenip bürokrasi içerisinde yer alarak siyasetin rotasını değiştirdiler– hep bu uğursuz yenilginin üslubuyla konuştular. Kendilerinden önceki kuşaktan tek farkları ise “yapılacak şeyler” konusunda farklı araçlara başvurmalarıydı. Bu araçların başında gazetenin geldiğini söylemek konunun aydınlatılması açısından oldukça önemli. Benedict Anderson’un da millet projesini aktardığı cümlelerde İbrahim Şinasi’den bahsetmesi boşuna değil. Gazete, Osmanlı topraklarında yaşayan ve ne olduğu tam olarak açığa kavuşmasa da insanlara Osmanlıca havadislerin verildiği, kendileri için de yaşadıkları topraklarda neler olup bittiğini anlatan ve dolayısıyla “kendilerinin” içinde yaşadıkları dünyayı hayali bir şekilde kuran bir araçtı. İbrahim Şinasi ve gazeteyi çıkardığı sıralarda on dört yaşında olan Ahmed Midhat gibi Tanzimat aydınları “öteki”nin dilini bilen, “öteki”ni arayarak, kendi “ben”ine ulaşmaya çalışan aydınlardı. Onlar için eğitilmesi gereken bir halk, eğitilecek halkın huzur içerisinde yaşayacağı bir “yurt” yaratılması gerekiyordu. Gelgelelim tam da bu noktada işler biraz çatallanıyor; modern Avrupa ve onun mirasıyla şekillenen yakın dönem millet projelerinden oldukça farklı bir noktada duran Osmanlı için (belki biraz Rusya’ya benziyor) mevcut sistemin yeniden tesisi, sorunların daha da karmaşık bir hal almasına sebebiyet veriyordu.
Benedict Anderson Hayali Cemaatler’de, ulus olma sürecinde kullanılan ortak dilin yaygınlaşmasından, gazete gibi araçlar vasıtasıyla insanları yaşanan zamandan ve coğrafyadan haberdar etme gibi “birleştirici” bir rol oynayan araçlardan bahseder. Anderson’un “zaman-kardeşlik ve iktidar” eğretilemeleriyle kurmak istediği şey, açık bir şekilde millet olma tasavvurunun araçlarıdır. Osmanlı aydınları da gazete aracılığıyla önce içinde bulundukları durumdan kurtulmak, ideal bir dünya kurmak için yapılması gerekenleri tartıştılar. Onlara yol gösterecek bir “vasi” olmadığı için (Abdülhamit her ne kadar vasi üslubuyla konuşsa da “ev”in çöküşünü engelleyememektedir) kendi rotalarını kendileri bulmaya çalıştılar; kimileri Beşir Fuad gibi, kimileri de Halûk gibi savrulsa da Osmanlı aydını hep “kurtarılacak bir vatanın/ev”in kurtarıcıları üslubuyla konuştular. Yahya Kemal de bozgun alametinin yetim çocuğudur. Kendisinden önce edebiyatta, siyasette yol alınmış, deyim yerindeyse yeni bir “ev” inşası konusunda belirli fikirler ortaya çıkmıştır. Fakat yine de temel sorun değişmemiş, Beşir Ayvazoğlu’nun “Evde Yangın” başlığıyla anlattığı işgal yılları bu sorunun acilen çözüme ulaştırılması gerektiğini ortaya koymuştur.
Yahya Kemal “ev”ine dönmüştür, Üsküp bir hayal şehirdir ama bir benzeri Bursa adıyla yeniden yaratılabilir (hayatı boyunca hocasının etkisi altında şiir yazmaya tereddüt eden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman”da Üsküp’ten bahsettiğini söylemek fazla iddialı olabilir mi?) ya da Yakup Kadri’nin elinde Ankara olarak da örülebilir. Sonuçta kişisel yaşamında bir çatı altında kalamamış, otel odalarında peşinden sürüklediği bavulları dışında bir şeyi olmamış şairin asıl “ev”i Cumhuriyet’in bizatihi kendisiydi, fakat tam da bu çözüm noktasına ulaştığınızda sır kapıları yeniden açılıyor. Yahya Kemal açık bir şekilde cumhuriyetçi ya da milli kimlik yaratma peşinde birisi olmadığı halde, ismini bu yeni yaratılan projeyle birlikte anmak tuhaf gelebilir ama sorun da bu “tuhaf” noktada düğümleniyor. Kaynarca’da hissedilen uğursuz bozgun alameti, giderek gerileyen ve harita üzerinde açıkça görülen bir küçülmenin yalnızca bir başlangıcıydı. Osmanlı topraklarında Hırvat, Ermeni, Boşnak Ahmed Midhat’ın romanlarında kurduğu konak ortamında anlatılabilirdi ancak, fakat bütün milletler kendilerine ait bir “ev” buldukları an “ev”in asıl sahibinin yurtsuz kaldığını hissetmesi trajediyi ortaya çıkarıyor. Tıpkı hayatı boyunca bir “ev” hayali kurmuş bir şairin otel odasında ölmesi gibi...
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
31.12.2020
Çok başarılıKitabın belgelere dayalı olarak kurgulandığıni söylemeliyim. Gayet başarılı güzel bir eser. Yahya Kemal verdiği az sayıdaki eserden dolayı hakkında bilgi toplamanın zor olduğu ediplerimizden. Eser gayet başarılı, dönemin siyaset ve sosyo-ekonomik olaylarıyla iç içe anlatılmış Yahya Kemal. Ayvazoğlu edebiyatımızdaki büyük bir eksikliği gidermeye çalışıyor. Minnettarım.