Hamid Tarhan
Sevgisiz Aşk
Başkalarına anlatamadığımız, anlatırsak gerçekleşeceği korkusuyla sustuğumuz, sakladığımız ve hiçbir zaman başımıza gelmeyeceğini umarak, zihnimizin ellerinin uzanamayacağı kadar derinlere ittiğimiz ölümün, ölümlerin, hem de olabilecek en acı biçimde sevdiklerinin başına gelmesiyle sakatlanmış bir şair o.
Ölümle olan bu hastalıklı ilişkisi, hiç azalmayan ve tuhaf bir biçimde yaşadığı her acıyı içine hapsedebilmesine zemin hazırlayan o kendine has hovardalıkla yaşamasını sağlamış ve en acılı zamanlarında bile bir kadının şefkatli ya da şehvetli kolları arasında kötü hatıralarını unutmayı başarmasına neden olmuştu.
Bunca acı ve ölümün yanında yaşanan sefaletin ve bunlara nazire edercesine arada bir uğrayan debdebenin bir insanı nasıl başkalaştırabileceğini, varlığa da yokluğa da ne kadar duyarsız kılabileceğini görüyorum onun hayatını kurcaladıkça...
Tanrı, elde edebileceği her şeyi 'bir varken bir yok etmiş', ona seveceği şeyleri cömertçe sunmuş ama kimi zaman tüm bu güzellikleri ondan geri alarak, önem verdiklerinin ne kadar da değersiz ve geçici olabileceğini göstermeye çalışmıştı. Bu hayatın kırılma noktasının, nişanlandığı kadından, "o evleniyormuş, ben artık karalar giyeceğim" dediğini işittiği Fatma Hanım'la evlenebilmek için ayrılarak, kendisine adeta tapınan bu küçük ve güzel kadınla izdivacını gerçekleştirmeye karar verdiği an olduğunu düşünüyorum bazen.
Hâmid, kadınları sevmişti... Dört defa evlenmiş ve bu evlilikler boyunca başka kadınlarla da beraber olmuş, çeşitli görevler nedeniyle bulunduğu garbın geniş hayatına her konuda olduğu gibi kadınlar konusunda da müthiş bir uyum göstermiş ancak bu uyum, eşlerini aldattığında duyduğu vicdan azabına engel olamamıştı.
Hâmid, edebiyatı da sevmişti... Ama bu sevgisi de sadakatsizliklerle doluydu... Edebiyat kariyerini de, hangisini seveceğine karar veremeyerek hepsini birden sevdiği kadınlara benzetiyorum ister istemez; yazdıklarında hem Şark'ı hem Garb'ı bulabiliyorum çünkü; o, seçeneklerin hiçbirinden vazgeçemediği her alanda yaptığı gibi eserlerinde de, hepsini aynı anda idare etmeyi seçmişti.
Edebiyat cemiyetinin önemli bir çoğunluğu, ona, "Şair-i Azam" derken, Nazım Hikmet gibi kimileri de "edebiyatın yıkılması gereken putlarından biri" olarak bakmıştı. Hayatı dilden dile anlatılan tuhaf olaylarla dolu; örneğin, Samipaşazade Sezai Bey'in evinde konuk olduğu bir akşam, sıcaktan bunalınca camı açmak yerine, elindeki bastonuyla camı kırdığı ve kendisine şaşkınlıktan büyümüş gözlerle bakan insanlara "bunun da pekâlâ yeni bir fikir olduğunu" söylediği yazıyor bir yerde...
Ya da iki yıl süren uzun bir görevden azlin ardından Berlin'deki yeni görevine atandığında, bindiği gemide dikkatini çeken Alman kızına bakarak, o an kararını verdiği, "Ben bu kadar büyük ayakları olan kadınları yetiştiren bir memlekette yaşayamam" diyerek, Odesa'ya kadar gittiği halde geri döndüğü, hatta Berlin'e gitmemek için, İstanbul'a, "Hâmid Bey çıldırdı" diye bir telgraf bile çektiğinden bahsediliyor.
Bir ülkede büyükelçilik görevini ifa ederken, içkiyi fazla kaçırıp kendisine yakışmayan davranışlarda bulunduğunu gören biri, bir diplomatın, bir şairin bu hareketlerini eleştirdiğinde, adama dönüp bu saydıklarından hiçbiri olmadığını söylediği ve adam merakla "o halde nesiniz efendim?" dediğinde, kahkahalarla "sadece sarhoşum" demesi anlatılıyor.
İçinde bulunduğu şartların dışında yaşamakta hiçbir beis görmeyen bu çılgın adamdan hoşlanmaya başladığımı hissederken, bir başka anekdot parçalıyor düşüncelerimi... Eşinin ölümünün ardından, kendisine taziye ziyaretine giden Samipaşazade Sezai Bey anlatıyor bunu; ikinci eşinin de aynı nedenle vefatının ardından ne kadar üzgün olduğunu tahmin ettiği arkadaşını, nasıl teselli edebileceğini düşünerek Hâmid'in evine yaklaştığında, yolun karşı tarafında Hâmid'i gördüğünü, koluna genç, uzun boylu zenci bir kadını takan Hâmid'le karşı
Başkalarına anlatamadığımız, anlatırsak gerçekleşeceği korkusuyla sustuğumuz, sakladığımız ve hiçbir zaman başımıza gelmeyeceğini umarak, zihnimizin ellerinin uzanamayacağı kadar derinlere ittiğimiz ölümün, ölümlerin, hem de olabilecek en acı biçimde sevdiklerinin başına gelmesiyle sakatlanmış bir şair o.
Ölümle olan bu hastalıklı ilişkisi, hiç azalmayan ve tuhaf bir biçimde yaşadığı her acıyı içine hapsedebilmesine zemin hazırlayan o kendine has hovardalıkla yaşamasını sağlamış ve en acılı zamanlarında bile bir kadının şefkatli ya da şehvetli kolları arasında kötü hatıralarını unutmayı başarmasına neden olmuştu.
Bunca acı ve ölümün yanında yaşanan sefaletin ve bunlara nazire edercesine arada bir uğrayan debdebenin bir insanı nasıl başkalaştırabileceğini, varlığa da yokluğa da ne kadar duyarsız kılabileceğini görüyorum onun hayatını kurcaladıkça...
Tanrı, elde edebileceği her şeyi 'bir varken bir yok etmiş', ona seveceği şeyleri cömertçe sunmuş ama kimi zaman tüm bu güzellikleri ondan geri alarak, önem verdiklerinin ne kadar da değersiz ve geçici olabileceğini göstermeye çalışmıştı. Bu hayatın kırılma noktasının, nişanlandığı kadından, "o evleniyormuş, ben artık karalar giyeceğim" dediğini işittiği Fatma Hanım'la evlenebilmek için ayrılarak, kendisine adeta tapınan bu küçük ve güzel kadınla izdivacını gerçekleştirmeye karar verdiği an olduğunu düşünüyorum bazen.
Hâmid, kadınları sevmişti... Dört defa evlenmiş ve bu evlilikler boyunca başka kadınlarla da beraber olmuş, çeşitli görevler nedeniyle bulunduğu garbın geniş hayatına her konuda olduğu gibi kadınlar konusunda da müthiş bir uyum göstermiş ancak bu uyum, eşlerini aldattığında duyduğu vicdan azabına engel olamamıştı.
Hâmid, edebiyatı da sevmişti... Ama bu sevgisi de sadakatsizliklerle doluydu... Edebiyat kariyerini de, hangisini seveceğine karar veremeyerek hepsini birden sevdiği kadınlara benzetiyorum ister istemez; yazdıklarında hem Şark'ı hem Garb'ı bulabiliyorum çünkü; o, seçeneklerin hiçbirinden vazgeçemediği her alanda yaptığı gibi eserlerinde de, hepsini aynı anda idare etmeyi seçmişti.
Edebiyat cemiyetinin önemli bir çoğunluğu, ona, "Şair-i Azam" derken, Nazım Hikmet gibi kimileri de "edebiyatın yıkılması gereken putlarından biri" olarak bakmıştı. Hayatı dilden dile anlatılan tuhaf olaylarla dolu; örneğin, Samipaşazade Sezai Bey'in evinde konuk olduğu bir akşam, sıcaktan bunalınca camı açmak yerine, elindeki bastonuyla camı kırdığı ve kendisine şaşkınlıktan büyümüş gözlerle bakan insanlara "bunun da pekâlâ yeni bir fikir olduğunu" söylediği yazıyor bir yerde...
Ya da iki yıl süren uzun bir görevden azlin ardından Berlin'deki yeni görevine atandığında, bindiği gemide dikkatini çeken Alman kızına bakarak, o an kararını verdiği, "Ben bu kadar büyük ayakları olan kadınları yetiştiren bir memlekette yaşayamam" diyerek, Odesa'ya kadar gittiği halde geri döndüğü, hatta Berlin'e gitmemek için, İstanbul'a, "Hâmid Bey çıldırdı" diye bir telgraf bile çektiğinden bahsediliyor.
Bir ülkede büyükelçilik görevini ifa ederken, içkiyi fazla kaçırıp kendisine yakışmayan davranışlarda bulunduğunu gören biri, bir diplomatın, bir şairin bu hareketlerini eleştirdiğinde, adama dönüp bu saydıklarından hiçbiri olmadığını söylediği ve adam merakla "o halde nesiniz efendim?" dediğinde, kahkahalarla "sadece sarhoşum" demesi anlatılıyor.
İçinde bulunduğu şartların dışında yaşamakta hiçbir beis görmeyen bu çılgın adamdan hoşlanmaya başladığımı hissederken, bir başka anekdot parçalıyor düşüncelerimi... Eşinin ölümünün ardından, kendisine taziye ziyaretine giden Samipaşazade Sezai Bey anlatıyor bunu; ikinci eşinin de aynı nedenle vefatının ardından ne kadar üzgün olduğunu tahmin ettiği arkadaşını, nasıl teselli edebileceğini düşünerek Hâmid'in evine yaklaştığında, yolun karşı tarafında Hâmid'i gördüğünü, koluna genç, uzun boylu zenci bir kadını takan Hâmid'le karşı