MESELE Ekim 2007 Sayı:10
Temel Gelire Doğru
Ahmet Bekmen
Yoksulluk hakkında soldan düşünmek hayli meşakkatli bir meseledir. Zira solun meyyal olduğu uzun erimli politika önerme hâli ile yoksulluk hâlinin ‘o an’a dair aciliyeti arasındaki dehşetengiz açı, çoğu zaman sol siyasetin, yoksulluk konusunda ‘gerçekçi’ olmadığı, yoksulluğu anlamadığı suçlamasıyla karşı karşıya kalmasına sebep olmuştur. Amiyane tabirle: ‘Millet günü kurtarmaya bakmakta, kuruş hesabı yapmakta, solcular ise hayal peşinde koşmaktadır.’ Bu durum bazen can sıkıcı bir kaale alınmamayı beraberinde getirse de, sol siyasetin esbab-ı mucibesinin burada olduğu da kuşku götürmez. Sol siyaset günü kurtarmayı değil, sistemik değişimi esas alır ve aslında gayet ‘gerçekçidir’. Bu açıdan bakıldığında, siyaset dediğimiz büyük ölçüde neyin ‘gerçekçi’ olup olmadığına dair bir mücadele değil midir zaten?
Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder’in derledikleri Vatandaşlık Gelirine Doğru’yu okumanın, solun Türkiye’de ikna edici ve ‘gerçekçi’ olmaktan iyiden iyiye çıktığı bir süreçte, bu özelliklerin yeniden nasıl yakalanabileceğine dair hayli faydalı bir zihin egzersizi sağladığı rahatlıkla söylenebilir. Son seçimlerde AKP’nin aldığı yüksek oy oranının toplumun yoksullaşan kesimlerine yönelik uyguladığı ayni ve nakdi aktarımlara bağlandığı bir dönemde, soldan gelen başka bir siyasa önerisine, temel gelir uygulamasına dair temel yaklaşımların ve bazı uluslararası deneyimlerin aktarıldığı gayet yerinde ve zamanında bir çalışma Vatandaşlık Gelirine Doğru.
Temel Gelir
Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’de sarih bir biçimde ele aldığı emek piyasalarının oluşmasından sonraki süreçte sosyal politikanın temel eksenleri de belirmiştir. Sosyal politika bir yandan çalışma hayatının ve sonrasının temel unsurlarını düzenleyip, emeğin toplumsal yeniden üretimine dair pratikleri hayata geçirirken, diğer yandan çalışamayacak durumda olan kesimleri toplumsal dışlanma riskinden korumaya yönelecek, tarihsel izleğini bu doğrultuda kazanacaktır. Böylelikle klasik anlamıyla sosyal politikanın belirleyici aksını, bireylerin çalışabilir hale getirilmeleri siyasası oluşturacaktır. Başka şekilde dile getirmek gerekirse modern insan çalışabilirliği ölçüsünde hak iddia edebilecektir. Nüfusun çalışma kabiliyetinden yoksun kesimleri ise ‘muhtaç’ kategorisi altında toplanacak ve bunlar coğrafyaya göre değişik biçimler alan sosyal yardım programlarına tâbi tutulacaktır.
Bu tarihsel yönelim, işçi sınıfının istihdam garantisine yönelik toplumsal basıncının sistemin içine monte edilmesi ve istihdamın da belirli bir geçim standardını sağlaması ile anlamlı bir görece denge durumunu gerektirecektir; ki bu görece denge durumunun Keynesyen refah sistemlerinde vücut bulduğu daha sonra geniş ölçüde kabul görecektir. Temel gelir, tam da bu görece denge durumunun ve onun varsayımlarının çökmesiyle ortaya çıkan yeni yoksullaş(tır)ma dinamikleri karşısında soldan geliştirilen bir siyasa önerisi. Bu yeni yoksullaş(tır)ma dinamiklerine baktığımızda en çarpıcı izlek, Ayşe Buğra’nın sözleriyle açıklamak gerekirse, “ilk olarak büyümeyle istihdam, ikinci olarak da istihdamla bireyin geçimi arasındaki ilişkinin zayıflamış ve fevkalade kırılgan bir hale gelmiş” olmasıyla ortaya çıkmaktadır (s. 91). Yani, büyümenin istihdam yarattığına, istihdamın da toplumu oluşturan bireylerin geçimini sağladığına dair ezberin bozulduğu bir dönem içersindeyiz. Enformel istihdamın bazı sektörlerde neredeyse kural haline geldiği, iş garantisinin yerle yeksan olduğu, kısa dönemli işlerin yaygınlaştığı bir dönemde düzensiz gelir sarmalında hayatları alt üst olan ‘çalışan yoksulların’ zuhur ettiği bir dönem bu. Kapitalizmin gelişiminin bu yönü aldığı tarihsel bir anda, tam da bu anın ortaya çıkardığı yeni toplumsal gereksinimler doğrultusunda şekillenmiş ve merkezine çalışma ile geçim arasındaki ilişkinin kırılmasını koymuş, soldan gelen bir siyaset önerisi temel gelir.
En basit şekliyle açıklamak gerekirse temel gelir, herkesin, sadece vatandaş olması hasebiyle, belirli bir geliri doğrudan doğruya hak ettiği varsayımına dayanıyor. Çeşitli şekillerde belirlenebilen temel gelir herkese dağıtılıyor ve daha sonra sosyal sigorta primlerini ödeyebilenlerden negatif gelir vergisi şeklinde geri alınıyor. Böylelikle gelir durumu bu seviyede olmayanlara sabit bir gelir aktarımı sağlanmış oluyor. Bu, hane halklarını abâd edecek bir miktar olmuyor, fakat bu noktada, her ay düzenli olarak alınan sabit bir gelirin, belirsizlik denizinde boğulmak üzere olanlar için hayati önemdeki dengeleyici rolünü akılda tutmak gerekiyor.
Burada üzerinden atlanmaması gereken önemli bir husus, temel gelirin istihdama veya eğitim, sağlık gibi temel sosyal politikalara yönelik uygulamalara alternatif olarak ortaya konmadığı. Her ne kadar, bazen kapitalizmin istihdam ile ilişkisinin artık yapısal olarak kırıldığına dair yaklaşımlardan hareketle savunulsa da, temel gelir savunucuları; istihdam, eğitim ve sağlık politikalarının derinleştirilerek devamının elzemliğine dikkat çekiyorlar. Bu noktada eğitim ve sağlık politikaları daha bir önem kazanıyor, zira ancak böylelikle istihdam politikalarına bağlı kalmadan herkesin eğitim, sağlık ve temel bir gelir hakkı garanti altına alınmış oluyor.
Tahayyül ve Uygulanabilirlik
Soldan gelen siyasa önerilerinin doğası üzerine en başta yaptığımız tartışmaya bu minvalde dönmekte fayda var. Kitabın tamamını okuduktan sonra meseleyle ilgili bir gerilimi hissetmemek elde olmuyor. Bu, temel gelir önermesinin politik içeriğiyle mevcut ve olası uygulamalarının sınırları arasında ortaya çıkan bir gerilim.
Kitaptaki yazarların bir kısmının da üzerinde hassasiyetle durdukları gibi, temel gelir önermesi köklerini cumhuriyetçi gelenekten almakta. Bireylerin birbirlerine aynı topluluğun üyeleri olmaları hasebiyle, karşılıklı hak ve sorumluluk doğuran bir bağ ile bağlanmaları esası cumhuriyetçi geleneğin en klasik özelliği. Bu esas tam da temel gelir önerisinin zeminini oluşturmaktadır; zira bireyler böylelikle salt bir topluluğun üyeleri olmaları hasebiyle temel bir gelir hakkıyla donatılmış olmaktadırlar. Dolayısıyla temel gelir aslında politik bir vizyondan türeyen politik bir öneridir.
Meselenin, küresel kapitalizmin yarattığı toplumsal tahribat karşısında bir sosyal politika önerisi olarak ortaya çıkması elbette garipsenecek bir durum değildir. Fakat politik bir vizyon kendisini salt verili durumun eleştirisi olarak ortaya koymaz. Toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesine dair bir perspektifi de ortaya koyar. Gerek her vatandaşın salt vatandaş olması hasebiyle belirli bir gelir almasını öngören temel gelir uygulamasında, gerekse de geçimlik bir ücret kazanamayan yoksul kişi veya hane halklarına yönelik nakdi ödemeleri içeren nakit gelir transferi uygulamasında üzerinden atlanamayacak husus, bu vizyon meselesidir. Bu uygulamalar çalışma ile geçinme arasında kapitalizm tarafından kurulan ilişkiyi koparmaya mı yöneliktir yoksa geçimlik bir ücret kazanamayan hane halklarının ‘sürdürülebilir bir yoksulluk’ düzeyinde yaşamalarını sağlamaya yönelik olarak mı işleyecektir. Eğer birinci türden bir öneri mevzu bahisse bu işin ne kadar ‘uygulanabilir’ olup olmadığı kafamızın çok da takıldığı bir mesele olmamalı.
Böyle bir tutum ne zaman geçerli olabilir? Elbette bu öneriyi sırtlayacak politik bir irade tecelli ettiği zaman. Örneğin bu meseleyi gündeminde tutan ve kitaba imzasını da atan Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu’ndan bunu beklemek doğru olmayacaktır. Bu forum bağlamında mesele hakkında söz üretenler, her ne kadar sola yönelik bir öneri getirseler de, konumlarında dolayı ‘uygulanabilirliği’ esas almak durumunda kalacaklardır. Örneğin tam da bu nedenle kitabın derleyicilerinden biri olan Ayşe Buğra, kitapla ilgili olarak 21 Eylül tarihli Radikal Kitap Eki’ne verdiği mülakatta, solcuların temel gelir meselesini tahayyüllerinde tutmalarının iyi olacağını, fakat kendilerinin -Türkiye’de doğru işleyen bir vergi sistemi olmamasından dolayı- temel gelir uygulamasını değil, nakit gelir transferini önerdiklerini söyleyebilmektedir. Takdir edilecektir ki bu, bu konuda politik iddia sahibi olmayı kafasına koymuş sol bir siyasi partinin yaklaşımı bu olmayacaktır. Zira sol bir parti, vergi sisteminin iyi işlemesinin nedeni olan kayıt dışılığı veri olarak almak durumunda olmayacaktır.
Çalışmak ve geçinmek arasındaki bağı kesmek gibi toplumsal ilişkilere dair gayet radikal denebilecek iddiaları taşıyan temel gelir önerisi, esas mevkii olan politik kerteye taşındığında, “solcuların bunu tahayyüllerinde tutmaları gayet iyidir ama bu işin uygulanabilirliği de budur” demek gayet sorunludur. Sol politika, uygulanabilirliği es geçip, marjinalleşme kapanına düşmüş toplumsal kesimlerin acil ihtiyaçlarını gözardı etme snobluğunu düşemeyeceği gibi, toplumsal dizilişe dair önerilerini tahayyül sandığına naftalinleyip saklama lüksüne de sahip olmamalıdır.
Temel Gelir ve Sınıfsal Güç İlişkileri
Temel gelir önerisinin sol açısından diğer bir önemli açılımı sınıfsal ilişkilere bir müdahale olasılığı sunması. Kapitalizmin bu döneminde enformel çalışma koşullarının yaygınlaşmasından bahsetmiştik. Tekstil ve oyuncak gibi son derece küresel ağlar üzerinden işleyen sektörlerde ‘merdiven altı’ atölyelerde üretimin artması, emeğin bütün formel kazanımlarının altının oyulması anlamına gelmektedir. İnsanlar burada klasik vahşi kapitalizm koşulları altında ve çok düşük ücretlere çalışmak durumunda kalmaktadırlar. Ve bu mecburiyet altında kalan insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. İşte temel gelir önerisi tam da bu mecburiyeti törpüleyici bir etkiyi ortaya çıkarabilecektir. Çünkü temel bir gelir seviyesi garanti edilmiş insanların, önerilen düşük ücret karşısında ‘bu ücrete çalışmam daha iyi’ deme şansları doğacaktır. Bu, emek ile sermaye arasındaki pazarlıkta emeğin elini güçlendirmek anlamına gelecektir. Bu yönüyle temel gelir, bu pazarlığa işçi sınıfı lehine bir müdahale olacaktır.
Fakat akılda tutmak gerekir ki, bu pazarlığı etkileyen başka bir sürü unsur vardır ve en son kertede bu pazarlık, emek ve sermaye arasındaki politik güç dengesiyle doğrudan doğruya bağlantılıdır. Örneğin emeğin elinin örgütsel olarak zayıf olduğu bir durumda, temel gelirle donatılmış bir işçi sınıfı karşısında, sermaye sahiplerinin ‘nasıl olsa devlet size bu kadar para veriyor, ben de üzerini şu kadara tamamlarım olur biter’ deme riski hiç olmayacak mıdır? Biraz uç bir örnek olabilir ama gerçekleşme olasılığı hiç de sıfır değildir.
Örneğin, merdiven altı üretimin en fazla olduğu tekstil sektörünü ele alalım. Merdiven altı üretimin idari uygulamalarla önüne geçmek gayet zordur. Zira bu idari uygulamaları hayata geçirecek olan devlet, ‘bu iş böyle olacak yoksa pazarımızı Çin’e kaybederiz’ argümanını içselleştirmiş durumdadır. Böyle bir durumda kayıtların-kuyutların yardımını aramak çok etkin olmayacaktır. Mesele tamamen sermayenin ve emek örgütlerinin kafa kafaya gelmeleri sonucu çözülmek durumundadır. Emek örgütlerinin güçsüz olduğu, yani emeğin kolektif zorlama gücünün zayıf kaldığı bir durumda, iş tamamen işçilerin bireysel karar verme süreçlerine bağlı olacaktır. Bu ise kolektif hiçbir kazanım olmaması anlamına gelecektir. Çünkü yukarıdaki teklifi sunan işverenin teklifini kabul edebilecek/etmek durumunda kalacak toplumsal kesimlerin varlığı yine kapitalizm tarafından garantiye alınmaktadır. Acil bir ihtiyaca cevap olarak nakit gelir transferinin ortadan kalkma koşulları, emek ve sermaye güçleri arasındaki politik mücadelenin sonuçlarına bağlı olmaya devam etmektedir.
Dolayısıyla, burada da mesele temel gelir meselesinin politik bir bütünlük içersinde ele alınmasına gelip dayanmaktadır. Mesele sadece, temel gelirin, bir sosyal politika önerisi olarak sağlık ve eğitim politikalarıyla bütünlenmesine indirgenmemelidir. Zira sınıflar arasındaki güç dengelerinin politik karakteri, meselenin politik bir bütünlük içersine, politik bir programatiğe oturtulması gerektiği konusunda bizleri hassas kılmalıdır.
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız