Habeş ellerine yolculuk
AHMET EKEN
Âdetten falan değil, yapılan görevlerin bir zorunluluğudur elçilerin gidip gördükleri, görev yaptıkları yerler hakkında bir şeyler yazması ve bunları “ilgili” yerlere iletmesi. Doğal olarak bunlar resmî raporlardır ve çoğu kez kısa bir sürede “kamuoyunun bilgisine sunulmaz.” Bazen yıllar sonra meraklı bir diplomasi tarihçisine malzeme olmazlarsa, arşivlerde öylece kalırlar.
Ancak bir de (muhtemelen sayıları çok olmayan) bazı diplomatlar vardır ki, resmî görevlerinin ötesinde, gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını kaleme alan, arkalarında keyifle okunan bir kitap bırakan...
İşte elimizdeki kitap böyle bir çalışma, bir “günlük.” Kitapta ne yazık ki yazar hakkında detaylı bir bilgi yok, hazırlayanlar yazarı kısaca tanıtmakla yetinmişler, ulaşabildiğimiz kaynaklarda biz de bir şey bulamayınca kitapta verilen bu kısa bilgiyi yazımıza aktarmakla yetineceğiz: “Sadık El-Müeyyed Sultan II. Abdülhamid dönemi subaylarından, Suriye’de yaşayan ve büyük devlet adamları, bilginler yetiştiren ünlü Azmzade ailesinden geliyor. II. Abdülhamid’in yaverlerinden. Hicaz telgraf hattı ve demiryolu projelerinde görev yaptı. Habeşistan’a elçi olarak gönderildi. 1904-08 yılları arasında da Bulgaristan komiserliği görevini yürüttü. İki gezi kitabı bıraktı: Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat (1896) ve Habeş Seyahatnamesi (1904).
Habeş Seyahatnamesi’ne bir giriş yazan N. Ahmet Özalp, bu yolculuk ile ilgili olarak bize şu bilgileri veriyor:
Osmanlı devletiyle Habeşistan arasında ilk siyasal ilişkiler XIX. yüzyılın sonlarında başladı. Habeş İmparatoru II. Menelik İstanbul’a bir elçi göndererek (1896) doğrudan ilişkileri başlattı. II. Menelik’in amacı Kudüs’te yaşayan Habeşlilerin kimi haklarını güvence altına almaktı. Elçisiyle gönderdiği mektupta kendi ülkesindeki Müslümanların tüm haklara sahip olduğunu belirtiyor, aynısını Kudüs’teki Habeşliler için talep ediyordu. Sultan II. Abdülhamid de, siyasal teamül gereği Habeşistan’a bir elçi gönderdi. Böylece, uzun yıllar bir Osmanlı eyaleti olan Habeşistan’da önemli bir yekûna ulaşan Müslümanların durumu da öğrenilecekti. Bu iş için yaverlerinden Ferik (Korgeneral) Sadık El-Müeyyed’i görevlendirdi.
Artık görev başlamıştır. 15 Nisan günü İstanbul’dan Marsilya’ya doğru yola çıkılır. Buradan Mısır (Port Said) oradan da Cibuti’ye giden bir gemiye binilecektir ve öyle de olur.
1 Mayısta Port Said’den hareket eden gemi 6 Mayıs günü Cibuti’ye varır. Sadık El-Müeyyed 7 Mayıs tarihli günlüğünde şehri şu şekilde anlatmaktadır: “Fransa devleti 1863 senesinde, Babu’l Mendeb Boğazı dışında ve Tocura körfezi kuzeyinde, Obuk adındaki yeri, o yerin reislerinden satın almıştı. 1883 senesinde, Çinlilerle başlayan muharebede savaş gemilerine kömür ve zahire vermek üzere adı geçen yer merkez tutulmuş, asayişi temin için de orada bir hükümet teşekkül etmişti. Savaş sırasında görülen fayda üzerine, bu yer, oldukça önem kazanarak Hind-i Çini’ye gidip gelen vapurlar için bir iskele halini almıştır,” ancak Obuk sahili sığı, etrafı dağlarla çevrilidir, bu da iç taraflara gidip zahire temin etmeyi hayli zorlaştırmaktadır, bunun üzerine sömürgeciler yeni bir yer aramaya başlarlar ve bulurlar: Burası Obuk’un karşısında yer alan Cibuti’dir. Hem denizi derin, hem de Herar eyaletine gidip, yiyecek temin edip nakletmek daha kolaydır. Buraya bir merkez kurulmasına karar verilir. 1888 yılında bu boş, çıplak, çorak arazi üzerinde başta hükümet merkezi olmak üzere, muhtelif binalar inşa edilmeye başlanır. Yazar günlüğünde şöyle yazmaktadır: “Bir taraftan hükümetin teşviki, diğer taraftan tüccarın gayretiyle kasaba yavaş yavaş büyür, bu gün oldukça mühim bir ticaret merkezi halini alır. Tüccar kafileleri Cibuti’den, Habeşistan’ın bir şehri olan Herar’a, Herar’dan ta başşehir Adis Ababa’ya gidip gelmektedir. Habeşistan yönüne var olan tren hattının uzatılması şehrin önemini ‘hayliden hayliye’ arttırır. Gelen tüccarlar için kâgir binalar inşa edilir. Bir Fransız şirketi kiralık evler inşa eder [ve tabii ortaya kira belası diye bir şey çıkar]. Bina ve mağaza inşa etmek isteyenlere bedava arsa verilir. Birçok arap tüccar şehre gelip yerleşir. Şehirde yedi sekiz bin insan oturmaktadır.” Kısaca Cibuti Kızıldeniz ile Hint Okyanusu (Süveyş Kanalını hatırlarsak Akdeniz/Avrupa/Afrika/Asya) arasında önemli bir liman haline gelir. Geçerken az daha unutuyorduk bu arada şehir halkının bir bölümünü oluşturan Somalililerin oturduğu kulübelerin yıkıldığı takdirde yeniden yapılması yasaklanır!
Kitabın bu bölümünde yazar, bir sömürge kentinin doğuşunu, gelişimini ve gördüğü halini ustalıkla anlatıyor. (Çok muhtemeldir ki amacı bu değil ama ortaya çıkan manzara böyle...)
Cibuti’den sonra kara yolculuğu başlar, bu Derridava’ya kadar trenle, kalan bölümü katır sırtında yapılacak bir yolculuktur. 310 km’lik Cibuti-Derridava 12 saatte kat edilir. Yolda yazar ile bir yerli arasında ilginç bir konuşma yaşanır. Yerlilerin Batı teknolojilerini nasıl algıladıklarına dair ilginç bir örnek olduğu için yazımıza alıyoruz:
Ondokuzuncu kilometrede bir mühendisin mezarı var. İnşaat esnasında mahalli ahalinin ecnebilerden telef eylediklerinden biridir. Burada büyük bir vadiyi demir köprü ile geçtik. Köprüyü geçmeden önce biraz bekledik. Bu arada fesimi gören bedevi Somalililerden orada bulunanlar koşup sevinçle vagonun etrafını sardılar. Arapça bilenler ile birkaç dakika sohbet ettik. Trenden şikayet ettiler. “Canım bu devenizden daha iyi değil midir?” demem üzerine, ağzı güzel laf yapan biri “Hayır iyi değildir, deve insana dokunursa zarar vermez. Deve coşarsa nihayet ağzından köpük çıkarır. Buysa (lokomotifi parmağıyla göstererek) giderken kime rast gelirse, insan olsun, hayvan olsun, parça parça ediyor. Coştuğu zaman sesi develerimizi, koyun ve keçilerimizi bile ürkütüyor. Yüklü develerimiz ürküp yüklerini deviriyorlar. (Lokomotifin bacasını göstererek) coştuğu zaman ağzından duman, ateş, kıvılcım püskürtüyor. Geçtiği yerde ateş külü bırakıyor. Devenin eti yenir, sütü içilir, yavrusu olur, çoğalır, bunun neresini kesip yemeli” gibi tuhaf tuhaf itirazlarda bulundu... Kondüktör, inşaat sırasında mahalli ahalinin mühendis ve işçilere hayli zorluklar çıkardıklarını, bazen aralarındaki kavganın ölümle sonuçlandığını, bu yüzden ecnebilerin tamamının silahlı olarak işe devam ettiklerini beyan eyledi. Çünkü trenden evvel, Herar ile Cibuti arasında kafilelerin yolculuğu mahalli ahalinin develeriyle yapıldığı için, tren onlara rakip gibi gözükmüş...
Son istasyondan sonra katır sırtında yapılan ve günler süren bir yolculuk başlar. Bu kimi zaman yakıcı bir güneş, kimi zaman yağmur altında soğukta yapılan bir yolculuktur. Geceleri kamplar kurulur çevrede, hiç eksik olmayan hayvan sesleri altında uyunmaya çalışılır, bazen kervancılarla sorunlar çıkar ancak yazarımız günlük notlarını hiç eksik etmez. Sonunda Adis Ababa’ya varılır.
Osmanlı heyeti burada ilgi ile karşılanır. Yazar nüfusu on iki milyon olan Habeşistan’da sekiz milyon Müslümanın yaşadığını yazıyor. Özellikle cemaatin önde gelenleri İstanbul’dan “oralara kadar zahmet etmiş” Sadık El-Müeyyed ve arkadaşlarını hiç yalnız bırakmazlar. İmparator II. Memelik de aynı şekilde, bu yoksul, evlerin tek katlı olduğu başkentinde onlara iki katlı bir ev tahsis eder. Görüşmelerden, ziyaret ve ziyafetlerden sonra artık dönme günü gelmiştir. Gelindiği gibi Cibuti’ye kadar aynı şekilde dönülür. Ancak bundan sonrası gelişten biraz farklıdır, çünkü bekledikleri gemi gelmez. Bunun üzerine bir başka gemi ile Süveyş’e doğru yola çıkarlar. Buradan itibaren sözü yazara bırakalım:
7 Temmuz çarşamba günüydü. Vapurumuz Kızıldeniz’i katederek Süveyş’e gelmişti. Kaptan ve yoldaşlarla vedalaşarak kanalın sahilinde bulunan Kontinatel Oteli’ne indik. Ertesi perşembe günü öğleden bir saat evvel trene binerek İsmailiye yoluyla İskenderiye’ye gittik... Cumartesi günü, İstanbul’a hareket eden Çithaçef namındaki Rusya vapuruna binerek, 16 temmuz cuma günü, öğleden sonra İstanbul’a geldik. Bu suretle seyahatimiz, üç ay sürmüş oldu.
Kitapta onlarca gözlemin yer aldığını söylemiştik ve bunlardan birini de (trende geçen konuşmalar) aktarmıştık. Bu gözlemlere üç tanesini daha katarak tanıtma yazımızı noktalayacağız. Birincisi kölelik ile ilgili, Sadık El-Müeyyed bu konuyla ilgili şöyle yazıyor:
Efendisinden kaçmış zincire bağlı bir köleye rast geldik. Yakayı ele vermiş, efendisine götürülüyor. Burada esaret resmen men olunmuş ise de, bu daha çok esir ihraç etmeyi engellemek içindir. Yoksa ülkenin içinde orta halli bir adamın bile bir kölesi vardır. Çiftçilerin, tüccarların katırcıların işlerini gören hep kölelerdir. Eğer köle istihdamı burada bütün bütüne kalkarsa pek müşkülat çekilir. Çünkü ücretle rençper çalıştırmayı bilmiyorlar.
(Bir not: Köle ticareti ilk kez 1807 yılında İngiltere tarafından yasaklanır, ilerleyen yıllarda buna diğer Batılı ülkelerde katılır. 1857’de Osmanlılar bir fermanla Afrikalı köle ticaretini yasaklar, 1890’da ise Avrupalı ve Avrupalı olmayan diğer devletler gibi Afrika köle ticaretine karşı olan Brüksel Anlaşmasını imzalar. Bkz., Osmanlı Köle Ticareti, 1840-1890, Ehud R.Toledano)
İkincisi, kölelikten pek farklı olmayan bir durum üzerine izleyelim:
Adis Ababa’yı çevreye bağlayan yolların inşasında “mühendisler frenk olup ahali angarya suretiyle çalışıyor. Bunlar gösterilen işi, kendileri iktidar ve dirayetleri derecesinde görmeye mecburdurlar” diyor ve devam ediyor, “Mesela, taş sökmek için küskü bulunmadığından, değneklerin ucuna demir çakarak taş söküyorlar. El arabası, küfe olmadığı için, taşları başlarında taşıyorlar. Küfe bulamayanı, toprağı eteğinde taşıyor. Bizde beş kişinin göreceği işi, bunların ancak kırkı, ellisi görüyor. Çünkü alet, edevat ve vesaitin kâfi olmaması şöyle dursun, pek azdır. En ağır işler zincirli mahpuslara gördürülüyor. Bunlar, elleri kırbaçlı kişilerin gözetimi altında iş görüyorlar.
Sonuncusu ise bölge insanının zamanı nasıl algıladığı konusunda:
İşşi, beru hatyu, eftan hatyu. Habeşistan’a giden bir kimse bu lakırdıları çok dinler. “Çok dinliyorum manası nedir?” diye sordum. “İşşinin manası, peki efendim, hazır efendim” dediler. Fakat “işşi”nin icabı pek geç icra ediliyor. Mesela yolda katırcılara “yükleyiniz yola çıkalım” deriz. Onlar da “işşi” derler. Saatler geçer, yüklemezler, yine “işşi” derler. Acelemize hayret ederlerdi. Burada zamanın, vaktin asla kıymeti yoktur. Beru hatyu, eftan hatyu ise, “inşallah yarın, inşallah öbür gün” demektir.” Meğer bunun da sınırı yokmuş, inşallah maşallah kabilindendir...
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız