Zamanın ruhu
KLASİK metinleri okumak –kastettiğim Joyce, Beckett, Proust öncesidir–, giderek daha çok, o sık sık sözü edilen zamanın ruhu’nu düşündürüyor bana. Konuya iki cepheden bakılabilir. Okurun zamanın ruhunu, okuma deneyimiyle algılaması ve elbette yazarın kavrama yaklaşımı, kişisel bakış açısı. Flaubert’in yeni bir çeviriyle yayımlanan ünlü Üç Öykü’sü, bu konuya örnek oluşturmakta ideal bir seçim olarak görülmeyebilir, yazarın alabildiğine nesnel ve mesafeli üslubu göz önüne alınırsa. Ama Flaubert üç öykünün ilkinde kendisi için güncel, bizim için çoktan eskimiş bir dönemi anlatırken, öteki iki öykünün kendi yaşadığı çağdan önceki zamanları konu etmesi, yazarın zamana (aşağı yukarı kendi zamanına ve uzak geçmişe) bakışındaki farklı yaklaşımları görebilmemizi sağlayacaktır.
“Saf Bir Yürek”te, küçük bir taşra kentinde, refah düzeyi biraz düşmüş olmakla birlikte, bir hizmetli tutabilecek kadar hazır parayla geçinebilen Bayan Aubain’in evinde, hizmetli Felicite’nin dünyasını tanımaya koyuluruz. Bayan Aubain’in kızı hastalanınca, ılıman iklimli yerlere, kent dışındaki kırlık alanlara yolculuklar yapılır kimi zaman. Kuşbakışı incelendiğinde, Pont-l’Eveque kenti tipik bir 19. yüzyıl başı kenti sayılmaz. Burjuvazinin çoktan yerli yerine oturduğu bir ülkede, açık alanların, kentin pek de uzağında sayılamayacak çiftlik evlerinin çokluğu, okurda daha çok bir sayfiye kasabasının anlatıldığı izlenimini uyandıracaktır. Şu halde, günümüz okurunun bir 19. yüzyıl taşra kentini algılayışı, yazarın algısıyla bire bir örtüş(e)meyecektir. Elbette Bayan Aubain’in evi önemlidir, çünkü orada kentsoylu özellikler taşıyan unsurlar öne çıkar. Eşi öldüğünden beri kapalı duran çalışma odası, “rafları kitap ve eski püskü kâğıtlarla dolu bir kitaplık... karşılıklı iki duvar panosu da daha iyi zamanların ve yitip gitmiş bir zenginliğin anısı kamışkalem desenler, guvaş manzaralar ve Audran’ın gravürleri altında” adeta unutulmuştur. Evin bir başka “yaşamasız” odası, “her zaman kapalı duran, üstlerine çarşaf örtülmüş mobilyalarla dolu” salondur. Bayan Aubain’in küçük kızı Virginie başka bir bölgedeki rahibeler okuluna gönderilince evin ıssızlığı iyice büyür. Felicité, ‘alışkanlıkla her sabah Virginie’nin odasına girer ve boş duvarları seyreder.’ Öyküye baştan sona yukarıdaki cümleler gibi bir dinginlik egemendir ve yaşamın sunduğu en irkiltici, sarsıcı gerçek ölüm bile, aynı dingin ve nesnel bakışla betimlenir:
“Birinci gecenin sonunda, yüzün sarardığını, dudakların morardığını, burnun büzüldüğünü, gözlerin çukura kaçtığını fark etti.”
Kente yeni atanan kaymakamın armağan ettiği papağan, evdeki sessizliği yerle bir etmiş, Felicité ölen kızın bıraktığı boşluğu bu huzursuz kuşla doldurmuşken, kuşun ölümü de aynı mesafeli bakışla verilir:
“O korkunç 1837 kışı, bir sabah, soğuk yüzünden ocağın önüne yerleştirdiği kafesinde papağanı ölü buldu Felicité...”
Yine de bu alabildiğine yalın yöntem, metnin bütünü okunduğunda okurun zihninde güçlü bir etki yaratır, salt ölüme odaklanan süslemesiz yazı, dramın yıkıcı etkisini büyüttüğü ölçüde dağıtabilecek birbirinden bağımsız birçok unsuru dışarıda bıraktıkça, okur da o satırlarda ölümün kesinliği ve kayıtsızlığıyla baş başa kalmak zorundadır. Bu noktada Flaubert’i yalınkatlığı için eleştirmeli miyiz? Öykünün derinliklerine sızdığımızda, Flaubert’in ölümün sarsıcı gücünü, ölme eyleminin uzağında, yaşamın olağan akışında aradığına ve bulduğuna tanık oluruz:
“Kızın bütün eşyası, iki yataklı odadaki küçük dolapta duruyordu ve Bayan Aubain olabildiğince az ilgileniyordu onlarla. Bir yaz günü olabileceklere boyun eğdi ve açılan dolaptan kelebekler uçuştu dışarıya.
“İç etekleri, çorapları, mendilleri çıkardılar, iki yatağın üstüne yaydılar, sonra da yeniden katladılar. Güneş bu zavallı nesneleri aydınlatıyor, lekelerini, beden hareketleriyle oluşmuş, kırışıkları ortaya çıkarıyordu.”
“Her şey derin bir dinginlik içinde yaşıyor gibiydi,” diye yazar birkaç satır sonra Flaubert. “Saf Bir Yürek”te yazarın aradığı dinginlik tek ve kusursuz bir cümle gibi sürdürür “devinimini”.
Flaubert ikinci öyküde, Rouen katedralindeki bir vitraydan esinlenmiştir. Bu esinlenme onu ilk öyküden apayrı bir gerçeklik çizimine götürmüştür. Adeta bir masal başlangıcına sahiptir “Konuksever Aziz Julien Söylencesi”:
“Julien’in anasıyla babası, bir tepenin yamacında, çepeçevre ormanlarla sarılı bir şatoda oturuyorlardı.”
Öykü sayfalar ilerledikçe masalsı tonunu kaybetmediği gibi, bir dizi fantastik olaya açılır. Kehanet, yazgı, şiddet ve çile temalarının bütünlediği öykü, şiirli bir anlatımla iyice “raydan” çıkar. Bu raydan çıkma göndermesi bir olumsuzluk içermiyor. Sadece ilk öykünün kararlılıkla sürdürülen mesafeli tonundan sonra, ikinci öyküde yazının şehveti çıkar ortaya; sonuç büyüleyici denecek ölçüde başarılıdır. Şunu sorgulamak gerekli, geçmişe gitmek Flaubert’i böyle masalsı bir anlatıma sürüklemiş olabilir mi?.. Zamanın ruhu mu almıştır eline sazı, ki Flaubert gibi nesnel bir yazar böylesine masalsı, uçuk bir öykü yazabilmiştir. Son öykü “Hérodias” da aynı katedralin kuzey ana kapısı üstüne işlenmiş bir heykelin esiniyle “yazdırmıştır” yazara kendini. Toprak genişletme hırsıyla bilenmiş iktidar oyunlarının yanı sıra, İsa’nın peygamberliğini müjdeleyen Yahya’nın tutsaklığı öykünün temelini oluşturur. Kanımca bu öykü kitabın görece zayıf halkasıdır, kişilerin çokluğu ve onları derinlemesine tanımamıza olanak vermeyen kısa diyaloglar, bir öyküden çok epik bir tiyatro sahnesine yakın durmaktadır. İkinci öyküdeki kadar olmasa da, o biraz abartılı masalsı havayı yine soluruz kimi bölümlerde. Zamanın ruhu karşı konulmaz olduğu ölçüde yanıltıcıdır da.
Ortaokul, lise dönemlerinde klasiklerden kaldır(a)mazdım başımı. O upuzun kişi ve eşya tasvirlerini doğallıkla okurdum. Şimdiyse, bir büyükanne sandığını açmış da eski değerli ve biraz da yabancı eşyaları karıştırıyormuş hissiyle okuyorum onları. Biraz hayranlık, biraz da serzenişle. Üç Öykü, hem klasik hem de çağdaş bir metin okuyormuşçasına ikircikli duygular yaşattı bana. Bunun nedeni Flaubert’in nesnelliğini zengin sözcük dağarcığıyla çerçeveleyerek yarattığı yenilikçi tını ve soğukkanlı anlatma biçimlerinin günümüzün çağdaş metinlerinde kendini iyiden iyiye duyurması olsa gerek. ÖMER AYHAN
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız