Romancının ince sanatı
LEYLA İPEKÇİ
Teselli bulmak değil, zehir yutmak istediğim anlarda başvurduğum bir romancıdır Kundera... Zaten, artık bir romanın öteki bütün romanların ötesine geçmesinin teselli edici özelliğiyle mümkün olacağını pek sanmıyorum. Bir romandan beklentim öngörülebilen bir özdeşleşme değil, şaşırtıcı bir çarpışma yaşatmasıdır.
Buna rağmen Kundera’nın düzenli bir okuyucusu olarak, geçmişte uzun bir süre onun kahramanları ya da hikâyeleriyle özdeşleşmeye çalışıp durdum. Beni buna yönelten arayış nereden kaynaklanıyordu; etrafımdakilere sık sık bahsedeceğim çağdaş bir yandaşa sahip olmanın konforuna mı kapılmıştım? Yoksa onu, kendimce sürdürdüğüm hiçbir şeyle özdeşleşmeme hevesime figüranlık etsin diye mi seçmiştim?
Romancılık, Kundera için bir politikayla, bir dinle, bir ideolojiyle, bir ahlakla ve bir toplulukla her türlü özdeşleşmenin reddi olmuştu; bir kaçış ya da edilginlik olarak değil, bir direnme, meydan okuma, başkaldırı olarak tasarlanmış, bilinçli, inatçı bir özdeşleşmeme...
Sonraları cevabın ne kadar basit olduğunu fark ettim: Ben de çılgın özdeşleşmeme arzumu kazasız belasız sürdürmek için yıllar içerisinde Kundera’yla gizli bir suç ortaklığı kurmuştum.
Oysa artık onunla arama belirli bir mesafe koymanın zamanı gelmişti. Çünkü Dostoyevski’nin, Nietzsche’nin, Kafka’nın, Cervantes’in, Rabelais’nin ve diğerlerinin onda bıraktığı izlerle kendi adımlarını nasıl attığını izlemek istiyordum ve bunun başka yolu yoktu. Kundera’nın onlardan esinlendiği ölçüde uzaklaştığına ve ancak bu özdeşleşmeme yöntemi sayesinde kendi özgünlüğüne kavuştuğuna kanaat getirdim. Bir romancının üzerindeki fazlalıklardan kurtulmasının, soyunmasının ancak böyle gerçekleşebileceğine inandım.
İlk romanından (Şaka) sonra bir önceki romanına dek (Ölümsüzlük) izlediği yolu yeniden takip etmeye karar verdim. (Son romanı Kimlik, bana alışkın olduğum zehri içirmek yerine sakinleştirici bir hapın tesellisini verdi.) Kundera’ya göre roman, yazar tarafından kurgulanan yaşam üzerine bir düşünmedir. Bir nevi deneysel düşünce... Deneysel düşünce inandırmayı değil, esinlemeyi arzular, tüm düşünce yollarını gözden geçirir. Kundera bu bağlamda yetenekli bir oyuncu gibidir. Seyirciyi insana dair gerçeklere içtenlikle ikna ederken, bunun bir kurgu, gerçek yaşamın dışında, onu yalnızca ifade etmek için ustaca planlanmış bir oyun olduğunu da her adımında bilinçli olarak hissettirir. Oyundaki gerçeklik, seyircinin gerçek dünyasının üstüne çıkarak, seyirciye yeni yollar açar, ona farklı ve birbirinden iddialı çağrılarda bulunur. Seyirci oyundan çıktığında, artık kendine o ana dek yabancısı olduğu bir gözle bakmaya başlamıştır.
“Oyundaki gerçekliğe” ikna edebilme özelliği, Kundera’ya bir yazar olarak, her zaman kahramanları arasında atlayıp sıçrayarak dolaşma, onlara her türlü kaprisi yapma yetkisini verir.
Konuşan ben olsam bile düşüncelerim bir kahramana bağlanmıştır. Kahramanlarımın yerine olayları görmek isterim ve bunu onlardan çok daha derinlikli olarak yaparım.
Belki bu yüzden onun romanlarında kahramanlar neredeyse hiçbir zaman kendilerini anlatacak kadar insan gerçekliğine yaklaşmaz, bir yazarın düş gücünde, bir sahnede sergilenmekte olan oyunda kalmayı yeğlerler. Çünkü “kahramanlar gerçek bir varlığın taklidi değil, düşsel varlıklardır, deneysel ben’liklerdir”. Yazgılarını en başından beri yazarlarına, yönetmenlerine teslim etmişlerdir.
Kundera, “ben” anlatımından mümkün olduğunca kaçınmıştır. Her daim, “manevra kabiliyeti” yüksek bir yazar olarak romanlarında yer almış, kahramanlarını sollamış, onların üzerine çıkmış ve bu tavrından hiç ödün vermemiştir. Belki de bu yüzden, onun kahramanlarını hep zaaflarıyla, kötü taraflarıyla, beceriksizlikleriyle, yetersizlikleriyle, başlarına gelen talihsizliklerle baş etme çabalarıyla, anlamsız rastlantıların hayatlarında açtığı gediklerle tanımaya başlarız. Kundera hiçbir zaman onlara cicili bicili, naif özellikler atfederek kıyamamazlık etmemiş, asla aralarından birini kayırmamıştır...
Kundera, hemen her romanında kahramanlarını çeşitli biçimlerde bir araya getirir (aynı tarihsel sürece, aynı mekâna ya da olaya veya ilişkiye çekerek). Onları ince detaylarla kimi zaman birbirine bağlar, kimi zaman da birbirinden acımasızca koparır, uzağa fırlatır. Bakmakta oldukları aynaları bir çırpıda tuzla buz ederek, onları çok daha geniş perspektifli bir aynanın yansımasına tutar. Bu nedenle romanlarının öyküsü, hiçbir zaman yalnızca bir iki başkahramanın dünyasına “içeriden” bir bakışla oluşmaz. Kundera öteki kahramanlarının üzerinden eğilerek, onlara “karşıdan” bakmaya çalışır. Böylelikle başkahramanların “varoluş”ları son bakışta çok daha büyük bir sertlik, keskinlik, belirginlik kazanır.
Kundera, romanı temel olay özelliğinden koparan, dış dünyadan vazgeçiren, kişisel itirafa dönüştüren ve süslemelerle dolduran bir romancılık anlayışına karşı çıkar. Romanın ironisi, ancak bunların ötesine ulaşıldığında ortaya çıkmaya başlayacaktır; dildeki “şiirselliğe” ancak “antilirik” bir tarz belirlenerek varılacaktır; öyküdeki felsefî bakış açısı, ancak yazar bir felsefeye kul olmadığında kendini belli edecektir. Romanın doğrusu gizlidir; söylenmemiştir, söylenemez. Keşfedilebilir...
Kundera romanda felsefî, ahlakî ya da siyasî düşüncelerin öyküleştirilmesini doğru bulmaz. Ona göre roman, yazarın belli görüşlerinin toplandığı, art arda doluşturulduğu ve her birinin belirli bir sıralanma metoduyla yeri geldiğinde kendini açıklamaya giriştiği bir “platform”değildir. Çünkü “romancı sesine değil, peşinde olduğu biçime vurgun olmalıdır”.
Muhtemelen bu anlayışından ötürü Kundera, romancıların dönüp dolaşıp aslında hep kendilerine musallat olan tek bir temayı (ilk romandakini) ve onun çeşitlemelerini yazdığına inanır. Ve işte buradaki “çeşitlemeler”dir onun romanlarına “biricik” üslubunu kazandıran...
Kundera için bir romanı düzenlemek, farklı ve heyecanlandırıcı uzamları yan yana getirmektir. Bir romancının en ince sanatı budur. Kendisinin peşinde olduğu “biçim”i ise şu cümleyle açıklar: “Hafif bir biçimle ağır bir konunun birleşmesi.”
Gerçekten de ilk romanından son romanına dek bu özelliğini korumuş, geliştirmiştir. (Bence Ölümsüzlük adlı romanında bunun doruğuna ulaşmıştır.) Romanlarındaki en ciddi, en sert olaylar, son derece basit, sıradan ve spontan bir anlatımla verilir. Romanlarındaki ironi de öncelikle buradan kaynaklanır.
Onun romanlarında, karakterler “biçim arayışı”nın üzerine hiçbir şekilde çıkamaz; tema ve öyküye hizmet eden unsurlardan biri olarak kalır. Özde, belli bir tema uzantısında yolunu bulan öykü vardır ve temasını yitiren öykünün artık roman olma özelliği yoktur. Çünkü romanın tutarlılığını sağlayan tematik birliktir.
Kundera, bir denemeci edasıyla, çeşitli anlatı çizgilerini bir temayla birleştirir ve bunu son derece etkileyici bir biçimde, romanı bölümlere ayırmak suretiyle yapar. Kitabın temel bütünlüğünü oluşturan bölümleridir. Bu, aynı zamanda yazara fazlalıkları ve tekrarları daha net görebilme ve atma yetisi verir. Tabii bir de, romandaki önemli anları uzun ve yoğun bir biçimde anlatarak aralarda es vermek suretiyle bu bölümlerin önemini ortaya çıkarma fırsatını da verir. Yalına, sade olana ulaşmayı kolaylaştırır.
“Anlatının her çizgisinde romanın teması farklı aynalarda yansıtılan bir şey gibi başka bir açı altında ele alınmıştır” der Kundera. (Örneğin Ayrılık Valsi’nde, bir bölümde, bir gecelik ilişki sonucu hamile kalan ve doktorun engellemelerine karşın çocuğunu doğurmak isteyen bir kadını anlatır; bir başka bölümde de aynı doktorun çocuk sahibi olamayan çiftlere kısırlık tedavisi uygularken, başarı oranını artırmak için döllenecek yumurtalara kendi spermleriyle yaptığı katkıyı anlatır.) Ana tema, belli bir yolu takip ederek, yeni şekiller alarak, çeşitli motifleri farklı anlarda öne çıkarıp tekrarlayarak öyküsünü anlatmayı sürdürür. Kundera, bir sırrı bizimle paylaşır gibi, usul usul, sindire sindire, tadına vara vara döker eteğindekileri. Romanlarının bütünlüğünde en az gözüken ve bu romanlara temel iç tutarlılığı kazandıran şey de, temanın bu şekilde sunuluşudur ona göre.
Kundera’nın birçok romanında yer yer karşıma çıkan hüzün beni yumuşatmak yerine güçlendirir, bağrımı yakmaz, melankolik bir romantizmle beni teselli etmeye çalışmaz. Aksine hançer gibi gider, gerçeğe saplanır. Çünkü onun hüznü romantikliğinden değil, gerçekçiliğinden kaynaklanır. Altı çizilmez, romanın atmosferine usulca, gerektiği gibi yayılır, kıvamını bulur. (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde, iki kahramanın son günlerini, ölmekte olan köpeklerinin üzerinden anlattığı son bölüm, buna iyi bir örnektir.)
Kundera, yalnızca romanın keşfedebileceği şeyi keşfetmek istediğinde, romanın varoluş nedeninin bu olduğuna inanır. Ben de keşiflerine saygı duyan bir okuru olarak, önceki ay kendisine verilen Avrupa(!) ödülü vesilesiyle onu bir kez daha anmak istedim.
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız