Benim Yazarım: Paul Auster
İlknur Özdemir
Bir yazarı nasıl tanırsınız? Ya da kitaplarını okuduğunuz bir yazarı tanımak ister misiniz, yoksa onun sizin için bir bilinmeyen, meçhul bir yüz, bir merak unsuru olarak kalmasını mı yeğlersiniz? Doğrusu, ben tanımaktan yanayım. Son zamanlarda bu konuda iyice de ısrarcı oldum. Tabii tanımak derken, mutlaka yüz yüze gelip uzun sohbetlere girişmeyi, sorular sorup karşımdakini bunaltmayı kastetmiyorum. Yazarı yapıtlarıyla tanımadan önce mümkünse onun geniş bir yaşamöyküsünü bulup okumayı, verdiği röportajlar varsa onları incelemeyi istiyorum, böylece yazdıklarının kaynağına ulaşmayı, yazarlığıyla ve yazdıklarının yüzeyaltıyla ilgili ipuçlarını bulmayı umuyorum.
Ailesinin kim olduğu, nasıl bir çocukluk ve eğitim hayatı geçirdiği, hangi bunalımlara, hangi sıkıntılara düştüğü, yazdıklarını anlamam açısından çok önemli. Yazarın her yapıtının kendinden bir parça, kendi dünyasından bir yansıma olduğuna inananlardanım; anlattığı her hikâyenin içinde de kendi hikâyesinin farklı ya da farksız bir versiyonu mutlaka saklıdır. Elbette dönüp dolaşıp aynı hikâyeyi anlatan yazarları bir süre sonra okuyamaz olurum, önemli olan kendi hikâyesini/hikâyelerini her seferinde bambaşka bir perspektiften anlatmayı ve bizi buna inandırmayı başarmasıdır.
Kitaplarını okudukça o yazar, artık sizin çok iyi tanıdığınız, yakınlaştığınız, benimsediğiniz biri olup çıkar. Hatta kendi başımdan geçen kimi olayda, o olsa (bu durumda Auster olsa) bundan nasıl da bir roman ya da öykü çıkarırdı, diye düşündüğüm çok olmuştur. Yazarı tanıdıkça, kitaplarında, hem bir sonraki sahnenin nasıl olacağını sezer, hem de yazarın o aşina olduğunuz, sevdiğiniz üslûbuyla o sahneyi anlatmasını bekler, âdeta özlersiniz.
Kahramanları hem ete kemiğe bürünmüş kişilerdir hem de uçucu; sıradan ama şaşırtıcı sözleriyle, tereddüt ve kuşkular barındıran kimlikleriyle, beklenmedik anlardaki beklenmedik davranışlarıyla, anlam veremediğimiz ama hayran kaldığımız -ben bunu nasıl düşünemedim dedirten- tepkileriyle ve dünyevi olsa da uhreviliği de barındıran hayatlarıyla başka dünyaları önümüzde açan serüvenleriyle hepsi başlı başına birer küçük mucizedir.
İşte, Paul Auster tam da böyle bir yazar, yazdıklarının tiryakisi olduğunuz türden. Onu nasıl tanıdığım sorusuna, ilk çevirdiğim kitabıyla yanıtını verebilirim. Yazarı tanımak bağlamında, yukarıda söylediklerimin hiçbirini yapmamıştım tabii o güne kadar. Zaten 1990 yılına kadar Paul Auster diye bir yazarın varlığından da haberdardım diyemem.
Yalnızlığın Keşfi adıyla çevirdiğim bu ilk kitabın orijinali elime verildiğinde (ki Paul Auster’ın da ilk kitabıdır bu anı-roman) keşke tanısaydım yazarı, ilk kitap zor olacak, diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. Kitaba başlayınca, baba-oğul ilişkisi üzerine kurulu bu kitabı, ki Auster hem babasıyla, hem de kendi oğluyla ilişkisi üzerine kurmuş kitabını, olağanüstü bir duyarlılıkla ve ifade zenginliğiyle yazabilen birinin romanları nasıl acaba diye de düşünmüştüm. Cismen var olsa da ailesi ve özellikle de oğlu için mevcut olmayan, benmerkezci bir babanın oğlu nasıl kitaplar yazardı acaba?
Auster’ın babasıyla olan ilişkisini, yaşadığı babasızlığı, o garip baba figürünü inanılmaz bir içtenlikle ve mesafeyle anlatmasını, iç dünyasını, özel yaşamını olanca çıplaklığıyla -ama bir şeyler mutlaka saklı kalmıştır- okuruna açmasını gördükten sonra şöyle düşündüm: Sanıyorum Paul Auster’ın ilk kitabının bu anı-roman olması, onun babasıyla hesaplaşmasına bir ölçüde yaradı. Bir ölçüde diyorum, çünkü yanlış baba figürü ve doğru babanın eksikliğini nasıl hissettiği Auster’ın bütün romanlarında az ya da çok seziliyor.
Auster’ın renkli kişiliğinin yazdıklarında büyük katkısı var. Şair, çevirmen, senarist, film yapımcısı, romancı, eş ve baba... Özellikle gençliğinin bir kısmını geçirdiği Paris’in ve Avrupalı yazarların onu çok etkilediği belli oluyor. Fransızca’dan çokça da şiir çevirisi var. Etkilenmemesi olanaksız bence. New York’taki evinde görüştüğümüzde, kendisine, “Bir Avrupalı yazar gibi yazıyorsunuz, sizi tanımasam Amerikalı bir yazardır diyemem,” dediğimde, söylediklerime pek katılmamıştı. Ama ben fikrimde hâlâ ısrar ediyorum. Bunun en iyi kanıtı, Auster’ın Fransa’da neredeyse Amerika’da olduğundan daha fazla tanınması. Hatta bazı kitaplarını Amerika’dan önce Fransa’da yayınlatıyor.
Sevdiğim bir yazarın iki yapıtının arasında uzun yıllar olması rahatsız eder beni. Fazla bekletmeden yeni bir kitapla karşıma çıkmasını isterim. Auster bu dozu iyi ayarlayanlardan. İki-üç yılda bir yeni bir kitabı buluşuyor okurla. Hatta bazen her yıl. Çok da sık yazmamalı ama; bu bağlamda son kitaplarının bana biraz eskileri özlettiğini söyleyebilirim. “Yazmak artık özgür irademle yaptığım bir eylem değil benim için, hayatta kalmak için yazıyorum,” diyen bir yazar kadar inandırıcı kim olabilir?
Paul Auster’ın anlattıklarını okurken bana bu kadar sıcak gelen, kendini yadırgatmayan nedir, diye düşünmüşümdür. Postmodern yazar diye nitelenir Auster. Kafamda bu etiketle okuduğum zaman rahatsız oluyorum. Okuduğum bir romanı, bir öyküyü hiçbir kalıba sokmadan okumaktan hoşlanıyorum, istiyorum ki ben bir etiket bulayım okuduğuma: ‘Sevdiğim, etkilendiğim’ ya da ‘hoşlanmadığım, bende bir yankı bulmayanlar’ diye ikiye ayırayım. Beni inandırıyorsa postmodern değil, gerçekçi sayıyorum yazdıklarını, ki Auster inandırıyor. Tıpkı Kırmızı Defter adlı küçük kitabındaki öyküler gibi, ya da Yanılsamalar Kitabı’ndaki inanılmaz hikâyesi gibi.
Auster’ın anlattıklarında çoğunlukla küçük, masum tesadüfler insan hayatının akışını değiştiren büyük olaylara yol açarlar, inanılması güç -ama Auster’ın o usta kalemiyle inandırmayı başardığı- ve peş peşe gelen, zincirleme süregiden bir sürü tesadüf olağandışı bir hikâyeye doğru yol alır. Soluksuz kalırsınız okurken, yok canım der, yine devam edersiniz.
Kırmızı Defter’de kendi yaşadığı ya da başkalarının başından geçen gerçek olayları öykülemiş Auster. Ancak onun romanlarını okumuş olanlar, oradaki hikâyelerin onun gerçek öyküler başlığı altında topladığı hikâyelere ne kadar benzediğini görüp şaşıracaklardır. Auster’ın romanlarını yazarken hep böyle gerçek bir hikâyeden yola çıktığına, kaynağının hep gerçek bir hikâye olduğuna, muazzam hayalgücüyle ona renk ve ruh kattığına, hikâyenin peşine takılıp kendini ve okurunu gizemli, çapraşık ama bir o kadar da kişiye doğal gelen dünyalara götürdüğüne hep tanık olmuşumdur.
Bir yandan da acaba bu yazarın beni etkilemesinin nedeni, çevirmenlik hayatıma başladığımda ilk çevirdiğim kitabın onun Yalnızlığın Keşfi adlı kitabı olması mı, diyorum. Bütün kitaplarının öncülü olan bu anı romanı çevirirken hem çok etkilenmiş, hem de bunları yazan bir yazarın öbür kitaplarını merak etmiştim. Auster’ı yazar olarak tanımak isteyenlerin mutlaka o kitapla işe başlamaları gerektiğini düşünüyorum. Kitaptan alıntıladığım ve babasının ölümünün ardından yazdığı şu cümleleri unutamadım:
Hep ölümün beni uyuşturacağını, acıdan hiçbir şey yapamayacağımı düşünmüştüm. Şimdi ölüm gerçekleştiğindeyse hiç gözyaşı dökmüyor, çevremde dünyanın yıkıldığı duygusuna kapılmıyordum. Tuhaftı ama ansızın gelmiş olmasına karşın bu ölümü kabullenmeye şaşılacak derecede hazırdım. Beni rahatsız eden başka bir şeydi, ölümle ya da benim ölüme göstereceğim tepkiyle ilgili olmayan bir şey: Babamın arkasında hiçbir iz bırakmamış olduğunu fark etmiştim... En derinlikli, en değişmez anlamıyla görünmeyen bir adamdı o. Başkalarına görünmeyen, büyük olasılıkla kendine de görünmeyen. O yaşıyorken, onu arayıp ortada olmayan bir babayı bulmak için uğraştıysam, öldükten sonra da bu arayışı sürdürmem gerekiyormuş kanısındaydım. Ölüm hiçbir şeyi değiştirmedi. Tek fark artık zamanımın olmaması.
Öte yandan, Auster’ın bütün kitaplarını okumuş olanlar şunu söyleyebilirler: Sıradan, sokaklarda her gün karşımıza çıkabilecek insanlardır, günümüz insanlarıdır onun kahramanları. Hatta pek çok kitabında kendisini, karısını, çocuklarını, yakın arkadaşlarını, yaşadığı olayları, trajedileri ya da gizemli episodları buluruz. Yazarı tanıdıkça ve bu kişiler ya da olaylar pek çok kitabında karşımıza çıktıkça bunların gerçek hayattan alınma olduğuna daha da inanırız.
Yazar ya yaşadıklarını yazıyordur, ya da yazdıklarını yaşıyordur. Auster ilk romanı olan ve benim de New York Üçlemesi içinde Türkçe’ye büyük bir keyifle çevirdiğim Cam Kent’i nasıl yazdığını şöyle anlatır, Kırmızı Defter’deki gerçek öykülerin birinde:
İlk romanımı bana yanlış bir telefon numarası esinlendirdi. Bir öğle sonrası Brooklyn’deki evimde yalnızdım, masamda oturmuş çalışmak üzereydim ki telefon çaldı. Yanlış anımsamıyorsam 1980 ilkbaharıydı.
Alıcıyı kaldırdım, hattın öteki ucundaki adam Pinkerton Ajansıyla mı görüşüyorum, diye sordu. Hayır, dedim ona, yanlış numara çevirmişsiniz ve telefonu kapadım. Sonra işimin başına döndüm ve o görüşmeyi de aklımdan çıkardım.
Ertesi gün öğleden sonra telefon yine çaldı. Karşımdaki, bir gün önceki adamdı ve yine aynı soruyu sordu: Pinkerton Ajansıyla mı görüşüyorum? Yine hayır, dedim ona ve yine kapadım telefonu. Ancak bu kez, eğer evet deseydim neler olurdu, diye düşünmeye başladım. Pinkerton Ajansının bir dedektifiymişim gibi davransaydım ne olurdu? Merak ettim. Adamın vereceği işi üstlenseydim ne olurdu?
Aslını isterseniz, elime geçen iyi bir fırsatı boşa harcadığımı hissettim. Eğer o adam bir daha ararsa, diye düşündüm, en azından onunla biraz konuşurum ve neler olduğunu anlamaya çabalarım. Telefonun bir kez daha çalmasını bekledim, ancak üçüncü kez çalmadı... Bir yıl sonra Cam Kent’i yazmaya giriştiğimde o yanlış numara kitabın en önemli olayına dönüşmüştü, yani bütün o hikâyeyi başlatan hataya.
İşte bu kadar dürüst, bu kadar samimi bir yazar Paul Auster. Her şeyi okuruyla paylaşacak, onların kendini tanımalarına böyle fırsat verecek kadar. Samimi, sıcak, net... Ve yaratıcı.
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
13.09.2020
.Oldukça sürükleyici bir kitap kurgu da muazzam ^^
28.02.2020
Karakterlerin GelişimiKitap baştan sona merak duygunuzu hareket ettirecek şekilde yazılmış. Olaylar hızlı ve akıcı ilerliyor. Karakterlerdeki değişimler kitabın işleyişinde kritik bir rolde ve yazarın başarılı bir şekilde üstesinden geldiğini düşünüyorum.Paul Auster'dan daha önce bir kitap okuyup sevdiyseniz bunu da denemenizi öneririm. Gerçekten sadece edebi tatminle kalmıyorsunuz ayrıca sorgulatan bir yapısı da var.-UG
24.11.2007
Hızlı giden kitapAuster klasiği diyebiliriz buna. Çünkü yine aynı ince kurgular. Açıkçası bu kitabı okumak için biraz "bilmek" gerekiyor. Çünkü açıkcası amerika tarihini ya da yunus peygamberi bilmiyorsanız örneğin, biraz anlam veremeyebilirsiniz anlattıklarına. Ama yerim turaım, harfi harfine anlamak istiyorum demiyorsanız, o kadar da değil, tabi kii anlaşılıyor.<br>
Keyifli değil de "hızlı" bir kitap olarak tanımlayabilirim belki