Şairler ve arkadaşlığın hikâyesi
BEHÇET ÇELİK
İki şairin bildik uğraşları dışında kaleme aldıkları yapıtları yayımlandı geçtiğimiz aylarda. Roni Margulies anı-hikâyelerini, Barış Bıçakçı’ysa romanını yayımladı. Margulies 1955, Bıçakçı 1966 doğumlu, aralarındaki on bir sene ülkemizde bir “kuşak”a karşılık geliyor. Bıçakçı’yı çok daha sınırlı bir okur kitlesinin tanıdığını düşünüyorum. Yavuz Sarıalioğlu ve Hüseyin Kıyar adlı arkadaşlarıyla birlikte yayımladığı, “isimsiz” iki şiir kitabı var Bıçakçı’nın; kendi olanaklarıyla yayımladığı bu kitaplardan yayın dünyasının pek haberi olmadı. Margulies ise yalnızca şiirleriyle değil, tartışma yaratan düzyazılarıyla da tanınan bir şair. Margulies’in Gülümser Çocukluğum Ardımdan adlı hikâye kitabı bir sürpriz olmadı, bu kitaptaki hikâyelerden birkaçı, daha önce Adam-Öykü’de yayımlanmıştı. Bıçakçı’nın Herkes Herkesle Dostmuş Gibi adlı romanıysa Bıçakçı’yı tanıyanlar ve tanımayanlar için sürpriz oldu.
Bu iki kitabı birlikte ele almak için birkaç neden var. Öncelikle her iki kitap da okuyanda “ne” okuduğu konusunda kuşku yaratacak nitelikte. Margulies’in yazdıklarını hikâye değil anı (kitabın arka kapağında “şiirler ve öykülerle örülü ... anılar” deniliyor), Bıçakçı’nın yapıtını da roman değil hikâye olarak adlandırmak mümkün. (Baktığımız yere bağlı olarak bu toparlayıcı başlıklar değişebilir. Margulies’in metinlerinin Adam-Öykü’de yayımlanmış olması ve yayınevinin Bıçakçı’nın kitabı için “roman” demiş olması, bize ancak yol gösterir. Geçenlerde Margulies’in kitabını “anı kitabı furyası” başlığı altında andıklarını gördüm örneğin; ya da Bıçakçı’nın yazdıklarını “hikâye” olarak tanımladı bir arkadaşım.)
“Edebî tür”lerin sınırlarının gevşediği epeydir yazılır ve söylenir; bu gevşemenin yazarın özgürlüğünü genişlettiği iddia edilir hatta. Postmodern çağda, yapıtları “metin” ya da “anlatı” üst-başlığı dışında kategorilerle sınıflandırmanın mümkün olamayacağını; hikâye, roman, anı, deneme gibi adlandırmaların modernist dilin kavramları olarak geçmişte kaldığını savunanlar da olmuştur. Edebiyat okuru için okuduğu yapıtı kimin nasıl adlandırdığının önemi yok aslında. Yazarı ve/ya yayımcısı “ne demişse o”dur! Onu ilgilendiren o yapıttan aldığı edebî hazlar, yapıtın çıkarttığı dilsel/yaşantısal yolculuktur.
Yine de yazar/yayımcı/okur üçlüsünün adlandırma ve adlandırmama özgürlüğü üzerine yapılacak tartışma bütünüyle anlamsız olmaz. Klasik ya da modern, edebî “tür”lerin artık yazara neden yetmediği sorusunun yanıtı, edebiyatın günümüzde neye karşılık gelebileceği sorusundan bağımsız değil. Ya da yazarın anlatmaya çalıştığı olguların yeni bir tür ya da türler karışımını dayatmasını, edebiyat yapıtının yeri geldiğinde pek çok şeyden olduğu gibi yazarından da özerkleşmesinin göstergesi olarak algılayabiliriz.
Bu iki şair düzyazının alanına geçmiş ve oradaki kavramları altüst etmiş, “edebî tür” denilen toparlayıcı başlıklara duyduğumuz güvenin bir kez daha sarsılmasına neden olmuş durumdalar. Belki de düzyazılarıyla tanınan bir yazar, bu iki şair kadar rahat davranamazdı yazarken... Şu ya da bu nedenle “edebî tür” kendisini dayatırdı. Düzyazıya “dışarıdan” bakan şair bu konuda daha özgür olsa gerek!
Bu iki şairin yapıtlarını birlikte ele almamın bir nedeni, şiirleri arasındaki benzerlik aslında. Her iki şairin de şiirlerinde bazen alttan alta, bazen gayet açıktan akan birer “hikâye” var. (Bu “hikâye”leri şairlerin “edebî tür”lerin sınırlarıyla oynamaya çok önceden başlamış oldukları biçiminde de algılayamaz mıyız?) Şairlerin şiirleriyle ilgili saptamam, dizeler biçiminde kaleme alınmış hikâyelerin söz konusu olduğu anlamına gelmiyor. Şairin anlattığı şey durgun bir görüntü bile olsa, bu görüntü ile bu görüntünün yarattığı çağrışım ve duygu durumu arasında gizli bir “hikâye” yatıyor çoğu zaman. Bu anlatılmayan hikâyeyi kavramak ve tamamlamaksa okurun işidir artık. Şairin ona sunduğu bir ipucu bile değil çoğu kez. İpucu okurun yaşantısında ve yaratıcılığında.
Öğle sıcağında kâğıt oynayanlar tembel tembel terliyorlar sarmaşığın altında
Çıplak sırtlarında tuz lekeleri, ılık bir esinti
Fesleğen kokusu, cam sürahi, soğuk su, meyveler.
Biraz ileride reddedilmeyi bekleyen sırnaşık dalgalar.
Ve masada yüzükoyun mutsuz maça ası. (Barış Bıçakçı)
Duruvermiş birden, uzanmıştık çimlere tatlı tatlı anlatmaya başlamıştı:
Selanik’te çocukken arka bahçelerinde
bir yalak varmış, içine düşmüş bir gün;
keyif çatarken sularda bir inek gelip
yüzünü yaladığında nasıl da korkmuş! (Roni Margulies)
Peki, şiirlerinde de “hikâye” bulunduğunu iddia ettiğim bu iki şairi şiirin dışında bir şeyler yazmaya iten neydi? Nedense, tür seçiminin bilinçli olmadığını, onları yazmaya iten esin perisinin konuyla birlikte türü de sunduğunu, daha doğrusu her iki yapıtın da yazarlarının aklına ilk düştüğü anda, tamamlandığında nasıl bir şey olacağını duyuran bir bütünsellik taşıdığını düşünüyorum. Kuşkusuz ele aldıkları konuların neden şiir olarak pırıldamadığını düşünüp akıl yürütebiliriz.
İki kitap zihnimde (gayet öznel olduğunu bildiğim) ortak bir parantez içindeler. Margulies’in kitabında ailesinin köklerini, ailenin gelenek halini almış sürgünlüğünü, bundan şairin payına düşeni, 1960’lardaki İstanbul’u, özellikle Şişli’yi, Robert College’ı, yolculuklarını, o günlerin ilginç simalarını da okuyoruz, ama benim zihnimde oluşan parantez ayrı. Bıçakçı’nın romanında da, geçit töreni yapan Ankara’nın mekânları ve insanları, esnafları, askerleri, taksicileri, banka memureleri... yanında, Margulies’le ortak başka bir şeyin baskın olduğunu düşünüyorum: Arkadaşlık. Bu iki kitabı, iki ayrı şehrin, iki ayrı zamanın arkadaşlıklarının kutsanması olarak okudum. Ama arkadaşlık zamandan ve mekândan bağımsız bir şey değil midir? En azından bu iki şairin kitapları bunu bir kez daha duyurdular bana.
Bir de, sanırım, arkadaşlık hislerimiz arasında “hikâye edilmeye” en uygun olanı. Özellikle ilkgençlik arkadaşlıkları. Çoğu zaman “olay”larla birlikte anarız arkadaşlarımızı. Başkalarına ve kendimize anlatırken coşuveririz, hemencecik gözümüzün önüne gelir, canlanıverir arkadaşlarımız. Margulies şöyle tanımlıyor arkadaşlarından birini: “Tüm çocukluk umutlarımı paylaştığım ve sonra birer birer bu umutların çoğunun üstünü birlikte çizdiğim...” Bıçakçı’nın şu tanımını da unutacağımı sanmıyorum: “[Arkadaşına] Salep yapmıştı Mustafa ki bu da önemlidir başka pek çok şeyden.”
Dedim ya, arkadaşlıktan başka bir dolu şey var bu iki kitapta. Bir başkası bambaşka bir parantez içerisinde değerlendirebilir iki şairin yapıtlarını. Şehir, örneğin, öne çıkabilir. Margulies’in “garip bir ülkedir İstanbul” cümlesinin altını çizebilir, ya da Bıçakçı’nın “‘büyük şehir işte,’ dedi kendi kendine, ‘herkes ekmek peşinde koşturup duruyor’” cümlesinin. Ya da ortak paranteze almak saçma gelebilir, “ne olmuş yani ikisi de şairse...” diyebilirsiniz. Ben bu iki kitap arasındaki akrabalığı vurgulamakta ısrar edeceğim. Belki de, Bıçakçı’nın kahramanlarından ikisinin “kendilerine biraz ilgi gösteren hemen her kıza âşık” olduklarını okuduğumda anımsadıklarımı, daha önce Margulies’in, “Canan’ın yanağını, yanağa değen parmakların ne anlama gelebileceğini tartışmıştık” cümlesini okuduğumda da anımsadığım içindir.
Arkadaşlık ve hikâye/roman arasındaki ilişki hakkında yazdıklarımdan, arkadaşlığın içinde şiir barındırmadığını düşündüğüm sanılmasın. Belki de bu iki kitapta saklı “şiir”den ötürü iki şairin yapıtlarını “arkadaşlık” parantezinde okudum, okuyorum. Bu nedenle onları okudukça arkadaşlarımı özlüyorum.
Son sözcükleri de Margulies’in kitabına aldığı bir şiirinden seçiyorum:
bir çocuk kadar basit geliyor bana
herşey hâlâ. Hem de, çok açık,
başından ziyade sonuna yakın
ve daha karmaşık herşey artık.
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
22.01.2016
vasatbitireli birkaç gün oldu ve aklımda kitaba dair kalan hiçbir şey yok. o derece vasat, sıkıcı, sırf güya entellik orijinallik olsun diye karmançorman yazılmış bir kitap. yazarın bile neden bahsettiğini anladığını sanmıyorum. vaktinizi harcamayın.
19.06.2015
Boşa Çabaİllaki emeğe saygılıyızÿ; fakat bir de roman yazayım çabasıyla yazdığını düşündüğüm şair. Diğer arkadaşların dediği gibi olay örgüsü yok 100 sayfalık kitap ordan oraya ordan oraya, konsantre olmayla alakalıda değil yani. Tek bir olayı 100 sayfada daha özenli anlatsaydı eminim daha fazla etki ederdi diye düşünüyorum
29.12.2014
DeğişikKitabı elime bi aldım kişiler her sayfada farklı, olaylar birbirinden farklı. Anlamadım ben mi kitaba kendimi veremedim diye. Olay örgüsü olmayan dizilerimiz gibi. Tavsiye etmem. Okunacak bir kitap değil.