Tezer Özlü Romanları: Çocukluk Bildirisi
Müge Karahan
400 Darbe filminde, ailesiyle arası bir türlü düzelmeyen çocuk kahraman, okul-aile işbirliğiyle kapatıldığı ıslahevinden kaçarken en büyük hayaline, denize koşmaktadır. Bir diğer Fransız yönetmen Jean Vigo’nun Hal ve Gidiş Sıfır filmindeyse hal ve gidiş notundan ‘sınıfta kalmış’ dört çocuk, son karede okuldaki isyanlarının zaferiyle çatıya çıkıp gökyüzüyle buluşurlar.
Tezer Özlü’nün çocukluğuysa daha anlatısının başlığında yakalanır. Ece Ayhan “Şiir Alınlıkları Üzerine” şiirinde şöyle der: “Şiir alınlıkları, nedense, şiirin bağrından koparılıp başa konulmuş dizeler sanılır hep, değildir. Şiir alınlıkları yukarı kaçan çocuk yüzleridir, okulların giriş sınavlarını kazanamayıp, önce kamuya karşı diktreş olduklarından intihara, yetiştirme yurtlarına, sözde açık Kalaba’lara, sonra da tabiata karşı geldiklerinden bacakları koparılmaya, boğulmaya, ölüme yargılanmalarından başka bir nedenle, derin adları, güzel anlamlı bakışlarıyla gazetelere geçmeyen.”1
Tezer Özlü’nün Çocukluğun(un) Soğuk Geceleri’nde anlatısının bağrından kopup gelen bir içses değil, çocukluğundan sızanlardır. Nurdan Gürbilek “Pazar Öğleden Sonraları” adını verdiği makalesinde, edebiyatın çocuk kahramanlarına ve kaçış hikâyelerine kulak ve ses verirken, Tezer Özlü’nün çocukluğunun soğuk geceleriyle ve Latife Tekin’in damdaki kızı Dirmit’le yol alıp Benjamin’in hatırlattığı çağrıda duraklar; burada bütün çocuk(luk)lara, ‘kaçak’lara seslenilmektedir: “Geri dön! Her şey affedildi.”2
Tezer Özlü’nün romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri ve bazı diğer kısa anlatıları, otoritenin/ev’in yaptığı bu ‘geri dön’ çağrısının kendinden emin baskısı ile gitmek isteğinin doyurulamazlığı arasında kederlenmektedir. Kalanlar kitabı için yazdığı önsözde Ferit Edgü, çocukluğundan beri tanıdığı ‘Tezer’in her türlü baskıdan tiksindiği’ni söyler. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin karşı çıkışları da bunu doğrulamaktadır: “Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. Ölümü ve yokluğu uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor.”3 Tezer Özlü’nün anlatılarının üstünü kimi zaman karartacak kadar örten ölüm teması ve yorgunlukları, baskının yarattığı tiksintinin bir sonucu gibidir.
Özlü, geri dön çağrısına kulak verebilecek yetişkinliği ile her an kaçmaya hazır çocukluğu arasında debelenir. Babası için yazdığı o basit cümledir okuru uyandıran: “Babam ölemiyor, çünkü yaşama başlamadı.”4 Kendisinin, terk etme ve belki de ölme isteği bu kadar diriyken hayatı tutma, bir şeye tutunma ve hatta bir yere yerleşme hevesi duyması da bu cümlenin anlattıklarıyla kavranabilir. Hayata başlamadığı için ölememek gibi ölmediği için baştan başlayamıyor ve terk ederek ya da giderek istediği kaçışı gerçekleştiremiyordur sanki.
Kalanlar’da çıkan bir yazısında, “Kalkın. Tüm ellerinizi, uzatın bana. Tutmak istiyorum,” diye seslenmektedir birilerine, bir yerlere. Onun terk etme isteği eylem dolu bir bitirişin ardından baştan başlamak içindir, çünkü yeniden başlamak da ancak bir avuntu olarak kalacak, onu sürekli yeniden başladığı bir dairenin içine hapsedecektir.
Bu avuntu Tezer’e yetmediği için gitme isteği, bugününe taşınmıştır ve diri kalmıştır: “Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep.”5
Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin bana kalırsa bu en can alıcı satırlarının ve “gitmek, gitmek, gitmek...” isteğinin okuru etkilemesinin sebebiyse, bu anlatılanların, Pazar gününün, evin, ev halinin, vs. tanıdıklığından ileri gelir. Özellikle de evin kız çocukları için kâbus olan maç sesi (baba-oğul maç izleme/dinleme ihtimali yüksektir çünkü), bir borazan gibi günlerden Pazar olduğunu ve havanın kasvetli olduğunu çığırmaktadır.
Pazar günü, çocukluğun işgali anlamına gelir biraz da. Çocuğun ödevleri tarafından, evin her yerine yayılmış baba tarafından işgal edilmiştir. Kadınlar içinse Pazarları kocasının ve ev işlerinin işgaline uğrar. Anne, soba üstünde çocuğun okul önlüğünü kurutmaya, yakasını kolalamaya, mutfakta soğanı öldürmeye uğraşırken babanın evdeki hakimiyeti, maç sesiyle kuvvetlenmektedir. Burada kız çocuğuna düşense odasına, daha doğrusu evin en kuytu ve ona kalan en münasip yerine çekilip biraz dersleriyle meşgul olmak, sonrasındaysa ufak tefek işler için de olsa annesine yardım etmek ve yardım ederken ona başka bir dilmiş gibi gelen maç spikerini işitmektir.
Yalnızca Pazar gününü değil Pazar günüyle gelen sıkıntıyı tarifleyen bu satırlardan sonra Pazartesinin gelişiyle okul yolu ve okul görünür. Ama çocuk için başka bir kapatılma mekânıdır okul ve Özlü’nün de belirttiği gibi, “...tüm yaşamımız okul(dur). Bir öğrenme merkezi” dir.6 Yazar, yıllar sonra siyah giysileri içinde okula giden çocukları da, “belleğinde ilkokul çocuklarına ezberletilen vatan şiirleriyle ve çocuklarla güneşi avuçlamak özlemiyle” izleyecektir.
Pazartesi günü, çocuğa kendi sıkıntısıyla birlikte gelir; ev ödevleri kontrol edilecektir ve her ders, tahtaya kaldırılma stresi içinde, camdan süzülen zayıf kış güneşine azıcık da olsa göz koyamadan geçecektir: “Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan yabancı bir öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neye?”7
Hayatı yaşamayan ancak öğrenmeye ve hep ezberlemeye çalışan ve bu nedenle okulda toplaşan, sınıfta pür dikkat dersi dinlemek zorunda olan, en güzel uykusunu, rüyasını yarıda bırakan ve karatahtada sorguya çekilen çocukların bazıları, şairin dediği gibi, “orta ikiden, bir teneffüs daha yaşayamadan ölerek ayrılacaklardır”.8
Yazarın gitme isteğini tetikleyen ve keskinleştiren Pazar gününün ve evin sıkıntısı, gitmekle de üzerinden atılamayacağından/atılamadığından şimdilerde de diridir. Diri kalan bu istek doyurulamaz, çünkü Özlü’nün gitmek ile anlattığı, başka cümlelerde de karşımıza çıkacağı üzere aile bağlarından kopmak, uzaklaşmak, özgürleşmektir. Üstelik Eski Bahçe-Eski Sevgi’deki bir kısa öyküsünde de aslında yerleşmek iste(di)ğinden dem vurmaktadır: “Hep bir yere yerleşmek istedim. Peki ama neden hep yollardayım?”9
Kaba bir deyişle, doyuramadığı gitme isteği nedeniyle, biri tarafından tutulmayı ve bir yere tutunmayı beklediğinden, kurtulmak istediklerini geride bırakma kararlılığından/kararsızlığından ve geri dön çağrısına cevap verebilme ihtimalinden ötürü yerleşememiştir ve hep yollardadır. Bu aslında herkesin yaşayacağı türden bir gelgit ya da bir turlamadır.
Sürekli sonlanıp yeniden başlayan bir tur, bu süreklilik yüzünden bitmeyen ya da aslında başlamamış olan: “Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun. Kendi yuvarlağımın çevresinde dönen bir yolculuğun.”10
Nurdan Gürbilek bu yaygın/ortak gelgit halini ve kendi etrafında ‘dönüş’e yol açan durumları, cevap beklemeyen sorularla irdeler: “Her çocuk er geç aynı şeyi yaşar: Bir z aman gelir, onun için ev olmaktan çıkar ev. Ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. Tam olarak ne zaman yaşarız bunu: Evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de olduğunu fark ettiğimiz an mı? Evin geçici, ana babamızın güçsüz, ölümlü olduğunu sezdiğimiz an mı? Yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğini, bir iç dünyası olmanın bedelinin bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı?”11
Bir iç dünya, ama sıkıntılarla dolu ve kimi zaman bizi rehin alan, bedelleri fazlaca olan... Gitmekten öte bir bitiriş gereklidir gerçek anlamda kurtulmak, dönüp dolaşıp durmamak için. Özlü’nün tarifiyle, “Evin o ağır rutubet/küf kokusu ya da orta sınıf yaşamının ağırlaşmış havası” üzerine öyle bir sinmiştir ki, gitmekle atılabilecek gibi değildir, şimdilerde hâlâ naklen maç sesini işitince gitmek isteyişi ve bugün de Kauçuk ağacını sevmeyişi bundandır: “Mutfakta bir ıtır, konuk odasında da bir kauçuk evi süslüyor. (Kauçuk ağacını bugün de hiç sevmem. Orta sınıf evlerinin ağır, bunaltıcı havasını, ya da hiçbir işin yürümediği, memurların bütün gazeteleri evirip çevirdiği, duvarlara baktığı büroların sigara dumanlı havasını anımsatır bana.)”12
Romanın başlarında, gitmenin kandırıkçı mutluluğunu ve geçici avuntusunu şöyle anlatır yazar: “Bir süre sonra, onu eski, anılarla dolu, küf kokan, merdivenleri karanlık, nemli ve soğuk evde bırakırken, başka bir yaşama gitmek ne büyük bir mutluluk.”13 Oysa her yanı tıkış tıkış bir evin ağırlığı, fazlalığı atmakla bitmez, anne-babadan ve o evden miras kalan sevgisizliği ödemek de kolay olmaz: “(Bu evlerin her yanı eşyalarla yığılı. Her şey bir köşeye tıkıştırılmış.) Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok gibi. Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçük burjuvalar gibi, sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki.”14
Baskı, Denetim ve Kuşatılma
Tezer Özlü (anlatıları) baskının ve ideolojinin aygıtlarının ittifakı karşısında ancak öfke besleyerek direnç gösterebilmiştir. Rahibeler tarafından karşılandığı okuluyla, askeri bir disiplin yaratma çabasındaki baba evi arasında gidip geldiği zamanları, güneşli günler olarak değil soğuk geceler olarak hatırlamaktadır. Geceleri soğuktan ve yalnızlıktan korkup annesinin koynuna kaçan kız çocuğu, gece uzaklaşıp da ilk ışığın düşmesiyle birlikte babasının çaldığı düdükle güne başlamak zorundadır: “Babamın bu evle, askerlik arasında ne gibi bir bağlantı kurabileceğini düşünüyorum. Babam ev yaşamında askeri bir düzen istiyor. Bu kesin. ... Babamın kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir ordu ve askerlik sevgisi besliyorlar...?15
Öfke içinde ve güneşi avuçlamak özlemiyle büyüyen bu kız çocuğu, çocukluğunu atlattıktan sonra başka baskı aygıtlarıyla da tanışır. Asla doyurulamayacak olan gitmek isteği ile bir yerlere yerleşme isteğinin kederi içinde ‘hasta düşmüş’ ve gökyüzünü ararken bir kez daha kapalı kalmıştır. Sinir hastanesi diye bahsettiği yerde kaldığı günleri, hastaların başkaldırılarını anlatan Guguk Kuşu adlı filmi izlerken kimbilir kaçıncı kez hatırlamıştır: “Guguk Kuşu” filmini izliyoruz. Doktorlar, hastane düzenine başkaldıran, hastaların dış dünyada iyileşeceklerini savunan, bu yolda çaba harcayan bir hastayı elektroşoka yatıracaklar. Hemen sinema salonundan çıkıyorum. Ayakkabılarım yumuşak halılara gömülüyor. Dışarı çıkar çıkmaz bir sigara yakıyorum. ... ‘Seyirciler arasında benden başka elektroşok yiyen yok’, diye geçiyor aklımdan”.16
Tezer Özlü’nün çocukluğunu kapatan bu mekanlar ve aygıtlar, sadece onun kuşağının çocukları için değil, sürekli başka kılıklarda var olarak tüm çocuklar ve çocukluklar için denetlemeye devam etmektedir. Deleuze’ün de üzerinde durduğu gibi, “Birey sürekli olarak, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kapalı ortamdan diğerine geçer: Önce aile, sonra okul (‘artık evinde değilsin’), sonra kışla (‘artık okulda değilsin’), sonra fabrika, bazen hastane, ve muhtemelen en önde gelen kapatıp-kuşatma ortamı olan hapishane.”17 Ona göre, (Foucault’ya atıfta bulunarak) 18. ve 19. yüzyılların disiplin toplumlarının yerini denetim toplumları alacak; eski disiplinlerin yerine açık hava denetim biçimlerinin geçecektir. Deleuze, İki Konferans’ta insanların “otoyollarda ‘serbestçe’ dolaşırken kapatılmış olmadıklarını ancak kusursuz bir biçimde denetlendikleri”ni18 ifade etmektedir.
Tezer Özlü de bir kısa anlatısında bu geçişi, farklılaşmayı sezmiş gibidir: “Havaalanlarını sevmiyorum. Bu beton ve alüminyumdan oluşan kapalı kutularda kendimi hapishanelerden de öte, daha ileri bir tekniğin hücrelerinde hissediyorum. Hapishaneler ilkçağ, ortaçağ. Ama havaalanları öyle mi? Asık yüzlü ve herkese kuşkuyla bakan polisler. Ekranlara girip çıkan çantalar. İnsanın üzerine tutulan büyük mikroskoplar. İnsanın üzerinde dolaşan bir kadının yaşamayan, silah arayan elleri. Oysa silahlar kendi bellerinde asılı.”19
Bu noktada Deleuze, en katı ya da en hoşgörülü rejimin hangisi olduğunu sormanın gereksizliğine işaret eder, çünkü, “özgürleştirmeler ve köleleştirmeler her birinde çarpışmaktadır”. Yine onun ifadesiyle, “kaygılanmak ya da umut etmek değil, yeni silahlar aramak gerekmektedir”.20
Enseyi Karartmak
Tezer Özlü’nün anlatıları ve anlatı kahramanları/kişileriyse öfkeden bir silah kuşanmaya çabalasa da ancak öfkeyle büyüyebilecek kadar dayanıklıdırlar: “Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu. Diğer ülkeleri aşan, batıda bir okyanusa, doğuda başka bir okyanusa varan uğultu.”21
Bu, hedefe çevrilmiş bir öfkeden çok kendi içini sarmış bir kahırdır. Öfke bir ur gibi yayılır, gama kedere doğru yol alır. Oturduğu yere öfke duyarak büyüyen çocuk daha çok sıkışıp kalmıştır. “Bırak beni artık. Bu camdan çırılçıplak aşağıya atlayacağım. Sana karşı değil bu. Çocukluğuma karşı. Bu kente, bu eve, bu halılara, bu değişmeyen her şeye, bu ölmeyen herkese karşı.”22
Tezer Özlü’nün anlatısında umut yoktur, çünkü umut onu hep özlemini duyduğu özgürlükten mahrum edecek ve hayatın bir gün daha iyi olacağı avuntusu içinde oyalayacaktır. Oysa Tezer, kaçırdıklarının, kaçırdıklarımızın, kaçırılanlara rağmen kaçmanın zorluğunun, baskıların şiddetinin ve bu baskılara şiddetle direnmek gerektiğinin farkındadır. Bu nedenle de iyimser değildir o, daha iyi bir hayatın geleceğine, başka bir hayatın yarınlarda ve ötelerde mümkün olduğuna inanıp umut beslemez, çünkü başka hayatı kurmak için umuttan ziyade bir silaha, bir düşünürün satırlarından feyz alarak “karamsarlığı örgütlemeye” gereksinim vardır: “Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alanı’nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka biçimde bir güzel yaşam yok. Güzel yaşamın sınırları, ölen, gömülen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar.”23
Her şeye yeniden başlamak için bu her şeyin bitmesi, değişmesi gerektiğinin farkındadır. Başka bir kentin de yabancı olduğunu, daha iyi bir hayatın ötelerde değil de buralarda olduğunu bilir. Yoksa onca gitme isteğine rağmen havaalanlarını ya da otogarları sevmeyişi de bundandır. Kahır basan yerlerdir otogarlar. Onun incelikleri görmeye vakti olmuştur hep, ancak kendi öyküsünde alıntıladığı gibi, “insanın kavrayabileceğinden daha çok şey bilmesi bir mutsuzluktur. Bu bazen olgunluktur, ama olgunluk değilse, o zaman- çöküştür.”24
“...Dost olmadan erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalayanları” gördükçe çökmüştür Tezer: “Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için ilkin nikah imzası mı atılmalı? ... Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine ‘mal’ gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor.”25
Tezer Özlü’nün hali, yakınlarda ve bugünlerde gazetedeki köşesinden umuda, iyimserliğe değil de karamsarlığa,”enseyi karartmaya” çağıran Yıldırım Türker’in satırlarıyla ve dolayısıyla da bugünün ruh haliyle buluşmaktadır: “Karamsar olun. Bu hayat böyle yaşanmaz. Bu hayatın herhangi bir kıyısından güneş sızmayacak. Bu hayattan vazgeçip yeni bir hayatın çığırtkanlığını yapmalıyız. Başka bir hayat mümkün. ... Mızmız ve sitemkâr bir gelecek umuduyla değil, düşleyerek, eyleyerek, statükonun okşayışlarına kanmayarak kurulabilecek bir hayat. Geleceği değil şimdiyi, hemen şimdi isteyerek başlanabilecek bir hayat. Kara enselilerin, sıfırdan başlayarak kurabilecekleri bir hayat.”26
Tezer Özlü, yaşadığı çöküş yüzünden yeni bir hayatın çığırtkanlığını yapacak gücü yitirmiş, yeterince şiddetli olamamıştır. Baştan başlayacak gücü bulamasa da çocukken güneşi avuçlayamadığı hayatı bitti. Enseyi karartıp yeni hayat için çığırma sırası kalanlarda.
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
16.07.2022
HuzursuzOkurken tam olarak anlayamadığım ancak etkisinden kolay çıkamadığım, huzursuz edici bir kitap. Çok beğenerek okudum.
11.01.2021
Rahatsız EdiciKasvet ve ölümün etrafında dolanışını bu kadar iyi hissettiren nadir yazarlardan. Mutlaka okunmalı
08.11.2020
KasvetTek kelimeyle kasvet doluyorsuzunuz... Ruh halinizi epey etkileyen bir yaşam hikayesi