MESELE Kasım 2007 Sayı: 11
Ayşe Kulin’in Romancılığı:
Milliyetçi Tahayyülde Bir Muharrire
Hande Öğüt
Michel Tournier Veda Yemeği romanını “İki Şölen ya da Anma Töreni” başlıklı bir masalla bitirir. İsfahan Sarayı’na yeni bir aşçı aranmaktadır. Nihayet aynı yetenekte iki aşçı birden bulunur; sırayla deneneceklerdir. İlk aşçı kurduğu şölen sofrasıyla bütün ahaliyi büyüler, ikinci hafta sırası gelen diğeri de marifetini sergileyince görülür ki her ikisinin de yaptığı yemekler çeşidinden lezzetine dek aynı. Ancak ikinci aşçı kabul edilir saraya. Çünkü birinci şölen bir olaydır, ikincisiyse bunu anma töreni ve eğer birincisi anılması gereken bir şeyse, bu anılırlığı ona sağlayan ikinci şölendir. “Böylece,” der anlatıcı, “tarihteki kahramanlıklar, doğdukları kirli ve şüpheli kabuktan ancak daha sonraki kuşaklarda onları sürdüren kutsal anılar sayesinde kurtulurlar. Çünkü kutsal ancak tekrar yoluyla vardır ve her tekrarda değeri biraz daha artar”.
Kötülükte, günahkârlıkta, yasakta yaratıcılık ve imkân aramak şöyle dursun, edebiyat, kutsalın ve manevi değerlerin, lirik bir çağsamanın içinden konuşursa şölene dönüştürülüyor ülkemizde çoğunluk... Geçmişi aklayarak resmi tarihe eklemlenen, soykırımı savaş tahribatı addederek, etnik, dini ve cinsel azınlıkları bir kez daha ötekileştirerek ve en önemlisi kadına anneliğin ve erkeğiyle birlikte savaşmanın kutsal itibarını iade ederek iktidara içkin bilgiyi dikte eden romanlar, milliyetçi tahayyülün tinini okşuyor en çok. Edebiyatı iktidar adına araçsallaştıran, romanı devlete hizmet vesilesi kılarak bir memleket meselesinin destekçisine dönüştüren ama bu arada duygusallıktan, duyarlılıktan, ölçülü erotizmden ve popülerizmden de ayrı düşmeyen romanlar, yüz binlerce satıyor, onlarca baskı yapıyor.
Ele aldığı her konuyu duyarlı, akıcı ve yalın diliyle, derinleşmeyen romantik kurgularla hikâye ederken, her kitabında örnek Türk kadını imajını sürdürebilen Ayşe Kulin, çok satan, çok okunan yazarların başında geliyor. Onun bu denli çok satar olması ve her yeni kitabının ortalama Türk okuru tarafından kutsanmasının sebebiyse, içinden çıktığı ve ürün verdiği toplumsal tahayyülü süsleyerek üretmesi olsa gerek. Otobiyografi, tarihi roman, hikâye; odaklandığı -ama derinleşemediği- tema ne olursa olsun aynı lezzette kitaplar yazan Kulin, Türk toplumunun damarındaki milliyetçi hassasiyetleri özenle besleyerek, kutsalın merkezindeki kolektif şiddetin üzerini çağdaşlık teranesiyle yamayan en harikulade yazar.
Alımlayıcısında bir şölen etkisi bırakan ilk kitabı Adı Aylin, Amerikan subayı bir Türk kadınını tahkiye ediyordu. Satış listelerini alt üst eden Sevdalinka’da Bosna’daki soykırımı, Nefes Nefese’de İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudileri Jenosit’ten kaçıran Türk diplomatların kahramanlıklarını, Köprü’de Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu’nun başarılarını anlatmış, Kardelenler’de Doğulu kadının ve kız çocuklarının okutulmasına çağrıda bulunmuş, Bir Gün’deyse Türk-Kürt meselesini konu edinmişti. Bir üçlemenin ilk halkası olan yeni romanı Veda/Esir Şehir’de Bir Konak’taysa kendi hayatından yola çıkıp akrabalarını kahramanlaştırarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, işgal altındaki İstanbul’da bir konakta yaşananları anlatıyor Kulin; tanıdıklarını bir ‘malzeme’ olarak görüp onları dönüştürmek yazarlığının temel temayülü...
Bütün çekik gözlülerin birbirine benzediği genellemesiyle Japon oyuncuları Çinli rollerinde oynatıyorsa, bu memleketin popüler yönetmenleri ve yazarları da her etnik azınlığa aynı kökensel muameleyi yaparak onları aynılaştırabilir. Gogol’ün Ölü Canlar’ının aferist kahramanı Çiçikov’un ölü kölelere sahte bir can bağışlaması gibi ‘herkes’, ‘herkes’e dönüştürülüp, ötekilere sahte kimlik ve ariyet yaşantılar uydurularak homojenleştirme taarruzu, yüce ‘biz’ duygusu kılavuzluğunda desteklenir. Veda’da vatan hainlerini (hangi vatanın, hangi hainleri?) kahramanlaştıran Ayşe Kulin, Nefes Nefese’de Ermeni eniştesini bir Musevi gencine dönüştürebilmiş (ha Ermeni ha Musevi; hepsi gâvurun dölü!) ve Bir Gün’de Leyla Zana’yı konserveleştirip eğitimsiz, içi boş bir kadına evirebilmişti.
Elbette roman bir kurmaca türü. Kahramanlar ve olayların gerçekle alâkası bulunmadığı gibi gerçeklerden de yola çıkabilir. Ama kendisini belirleyen akıldan, o düşünme yetisinden, logostan doğar metin. Gerçek olayları, kurmacaya uyarlayan metinler her ne kadar kurmaca (fiction) olarak anılsa da yazarların hayatlarındaki belirli ‘fact’lere dayanır. Bu fact’ler de yazarın hangi dünyanın içine doğup ona hizmet ettiğinin, eğilim ve ideolojisinin bire bir yansıtıcısıdır.
Ermeni kırımını ‘Ermeni meselesi’ olarak kabullenen zihniyetin (“Hakikaten içim biraz yanıyor. Yani haksızlığa uğradığımızı da kabul ediyorum. Onlara bir şey yapılmış ama jenosit apayrı bir olay”), zulmü ve vahşeti, ustalıklı bir yerdeğiştirmeceyle ‘inceltmesi’ elbette şaşırtıcı değil. Yaklaşık otuz yıldır çok kötü bir anti-lobiyle karşı karşıya olduğumuz ve “elde kılıç kalkan giden vahşi insanlar olarak” tanıtılmamızdan duyduğu rahatsızlığa ithafen yazdığı Nefes Nefese’de, İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazi zulmünden kaçan Musevilere yardım eden Türk diplomatlarının kahramanlıklarını gün ışığına çıkaran Kulin, azınlıklara yaptığı kötülüklerle anılan milletini böylece aklar ve idealize edilen gerçeği onaylar: “Türk milletinin gizli kalmış ‘iyi’liğine bir methiye değil, tarihi bir gerçek.”
Nefes Nefese’yi İngilizce’ye çeviren John W. Baker’in da belirttiği gibi kitap, Batılılar ‘Türkler ne kadar güzel bir şey yapmış’ desin diye, yüzyıllardır Batı’ya öykünen Türkiye’nin tanıtımına yazınsal bir katkı diye yazılmış âdeta. Ayşe Kulin, ‘güzel şeyler’ yapmaya bayılıyor ve bir saraylı estet olarak, güzeli iyinin, safın, beyazın, Türk’ün ve Cumhuriyet Kadını ideali içinden kuruyor. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerine cep açarak yine geniş bir zaman kurgusu yaratmaya girişen romanı Gece Sesleri’nde İstanbullu okumuş kadın ile taşralı cahil kadın arasına demir bir mengene koyan Kulin, ayrıca tesettürlü kadını (sürekli “O kız” olarak anılır) ve örtünmeyi de ötekileştiriyor. Öyle ki bu romanın tasavvurunda inanarak kapanan bir kadın olamaz: “Bir kadının doğanın kurallarına karşı gelerek güzel gözükmemek için çaba sarf edebileceğine ihtimal verebiliyor musun?”
Kulin, yüce ‘güzellik’ idealinden ödün vermemeye Veda’da da devam ediyor. Dönemin özgürlükçü ve çağdaş kadını Azra karakteri üzerinden ‘türbanlı hanımlarımıza’ bir gönderme yapmak istediğini belirten1 Kulin, kadınların istemedikleri zaman başlarını örtmeme hakkına kadar gelebileceklerini, bütün meselenin eğitimden geçtiğini düşünüyor. Yine eğitim sorununa getirip dayandırdığı romanı Bir Gün’de Leyla Zana’yı, yazmayı çok istediği bir arzu nesnesine dönüştüren Kulin, bunu bir ülke sorunu olarak gördüğü için romanda tema ettiğini belirtiyor bir röportajında.2 Bir ‘Cumhuriyet Kızı’ olarak Kulin, memleket meselelerine, kurmaca üzerinden çözüm uydurmaktan vazgeçmiyor: “Soykırım dedikleri şey bir savaştı. O yüzden Nefes Nefese’nin çevrilmesini milli bir görev gibi istedim.”3
Ak Kız ile Kara Kadın
Türk gazeteci Nevra’nın çocukluk arkadaşı olan Kürt politikacı Zeliha’yla hapishanede yaptığı röportaj üzerinden gelişen Bir Gün, eğitimli Türk kadınının zaferiyle sonuçlanır. Yeni Türkiye inşa edilirken milliyetçiliğin, Batıcılığın ve laikliğin simge ve sürdürücüleri olma görevi verilen elit/eril kadının üstünlüğü üzerine kurulu olan bir başka roman Veda’nın kadınları da kabul görmüş kadın imgesinin halesine girerler. Romana derinlik katmayan personalara dönüşen bu kahramanlar, Batı denen modelle ilişkisinde hayranlık, büyülenme, taklit gibi toplumsal direnç noktaları arasında kaldıktan sonra didaktik biçimde bilinçlendirilirler yazarları tarafından.
Sadece iki kez haber yollayıp da ses alamayınca, “Zorla güzellik olmaz; ben de kafamda bir karakter oluştururum,” diyerek Leyla Zana’yı imgeleminde kurgulayan Kulin, bunun sebebini Filiz Aygündüz’le yaptığı röportajda açıklıyor: “Zana’ya ulaşamayıp kendi karakterime karar verdikten sonra Leyla Zana hakkında hiçbir şey öğrenmek istemedim, romana müdahale etmesin diye düşündüm.”4 Zorla güzellik olmayacağını düşünen Kulin, bütünüyle çarpıtılmış bir Kürt kadını yaratabiliyor, ama bu harika tema elden gitmesin diye...
‘Kürtleri epey eşeleyip deşeledikten’ sonra bu kez Osmanlılık, Türklük kimliklerine el atıyor. İşgal altındaki İstanbul’da, Osmanlı’nın son Maliye Nazırı Reşat Bey’in konağı ekseninde, dönemin resmini çizen roman, çökmekte olan bir tarih ile yeni bir gelecek arayan Milliciler arasında sıkışan Osmanlı aydını kadar Batılı arzu ile Doğulu gelenek arasında sıkışan kadının da romanı. Önce İttihatçılara taraf olup sonra Kuvayı Milliye’ye katılan, Sarıkamış gazisi yeğeni Kemal’i evinde gizlemesi Reşat Bey için korkulu bir kâbus olduğu kadar, veremden mustarip bu kahraman, etrafa saçtığı mikropla, geleneğe saldıran bir unsur olarak da işlev görüyor. Verem, Osmanlı’nın ‘hasta adam’ dönemlerini sembolize ederken Mehpare’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne doğurduğu kızı Sitare’nin prematüre oluşu, âdeta yeni bir dönem karşısında duyulan endişenin ifadesi.
Romanın bütün kahramanları, gerçek kişiler. Ailesinin içindeki Osmanlıcı ve Kuvayı Milliyecileri ‘malzeme’ olarak görüp onlardan bir roman kurguladığı için Kulin, bütün bu nepotik ilişkilere ve tanrı-yazarın hassasiyetlerine gönül indirmeden sadece metne bir kurmaca olarak odaklanmak güç. Biçim ve içerik olarak mütareke romanının izinde giden, yer yer romantize edilen, genelde de bir melodram tadı veren, ancak dönemin gerçekliğine özgü karmaşıklığı yansıtmaktan uzak, Batılılaşma, hilafet, kadın gibi kavramları kahramanlarınca konuşturamayan bir anlatı Veda.
Anlatıcı sesin değer yargılarına göre kurulan kahramanlar, ulusal dava uğruna hızlı bir bilinçlenmeye tabi tutulurlar. Oysa yazarın bu dolayımcı sesi, bir model olduğu kadar bir engeldir de... Anlatıcının yazarın bizzat kendisi olduğu bilgisinden hareketle Kulin’in Azra Ziya özelinde arzuladığı kadın modeli, iyi eğitim görmüş, çağdaş bir kadındır, ancak geleneksel değerlerden kopamaz. Şehit kocasının ölümünden sonra birlikte olduğu Fransız subayla ilişkisinde duyumsanır iki arada kalmışlığı... Aşkı ve mesleği peşinden, asli görevi, vatanını düşünmek olduğundan gidemez. Yeni kadın imgesi içinden kurulan Azra, erkek kadar cesur oluşuyla yüceltilirken, kastre ettiği cinselliği sebebiyle de eksik bırakılmıştır âdeta: “Acaba kendini kocasına aşkla sunmadığı ve ondan hiç haz almadığı için mi çocukları olmamıştı?”
Kadınlar, bir erkek tahayyülü olan ulusal projeye Anthias ve Yuval-Davis’in belirttiği gibi bazen gönüllü, bazen mücadeleye istekli, bazen zorla, bazen ırkı sürdürenler olarak, çoğunlukla çocukların toplumsallaşması aracılığıyla katılır. Hakları, emeği, cinselliği tahakküm altına alınırken ulusun anneleri, anavatanın soysürdürücüleri (biyolojik yeniden üreticileri) olarak önemli bir rol oynar. Romandaki üç önemli kadın kahraman (Azra, Mehpare ve Behice) Batılı eril arzu ile kendi istekleri arasında kalmışlıklarının yanı sıra annelik içgüdüleri ve anneliği, vatanın anası oluşla bir tutuşlarıyla öne çıkar. Cumhuriyeti kuran ve yeni bir ulus-devlet oluşumunu sağlamaya çalışan erkek-aydın-bürokrat-askeri iktidarın, Batı’daki erkek egemen düzenden aldığı örnekle kendi denetiminde yarattığı kadın imajını üreten Kulin’in diğer romanlarında olduğu gibi Veda’da da feminist boyut özerk değil, onu üreten ulusal bağlamın anlam çerçevesine sımsıkı bağlıdır.
Romanlarında azınlık ötekiler kadar, ‘diğeri ve kadının hırpalanması üzerine’ yazdığını belirten Ayşe Kulin’in imgeleminde yarattığı ve konumlandırdığı kadınlar oysa, ulusun kurtuluşu uğruna gerektiğinde aşklarını ve hatta canlarını feda eden dişileştirilmiş tasavvurlardır: yurtsever annelik, evlilik sadakati, ırksal saflık, milli fedakârlık, eğitmenlik ve öncülük...
Deniz Kandiyoti’nin Cariyeler Bacılar Yurttaşlar adlı kitabında değindiği gibi, milliyetçi hareketler bir yandan kadınları ‘ulusal’ aktörler; anneler, eğitimciler, işçiler, hatta savaşçılar olarak toplum hayatına daha fazla katılmaya davet ederler. Öte yandan, kültürel olarak kabul edilebilir kadın davranışlarının sınırlarını tayin eder ve kadınları kendi çıkarlarını milliyetçi söylem tarafından belirlenen terimler çerçevesinde ifade etmeye zorlarlar.
Kabul edilebilir kadın davranışlarından biri de yazarlıktır. Ama onun da sınırları eril hegemoni tarafından belirlenerek kadına içselleştirilir. Dolayısıyla, bir kadın yazar olarak Ayşe Kulin, kadının gerçek doğasını ona iade etmek yerine milliyetçi söylem tarafından kurulan kadını üretir biteviye. Kendi sesiyle, babası Ahmet Cevdet ile hocası Ahmet Mithat’ın sesi arasında kalan ilk muharrire Fatma Aliye gibi...
Veda’da güçlü, erkekliği sürekli vurgulanan kadın modeli kutsanırken, kadınlar hem ulak hem de anne olarak milli projede yer alırlar. Milli Mücadele’ye korkusuzca atılan Azra da, Mehpare de erkek gibi oldukları için önemsenirler. Behice’nin üçüncü çocuğunun da kız oluşu karşısında bütün konak kadınları ölüm sessizliğine bürünürken Ahmet Reşat buna üzülmez sözde. Oysa bebeğin kulağına derhal fısıldamaktan geri durmaz: “Kız olduğun için valideni üzdün, lakin ben seni tıpkı bir erkek evlâtmış gibi itina ile tahsil ettireceğim, tuttuğunu koparan bir kız olacaksın inşallah.”
Kurucu iradenin, dönem kadınının toplumsal hayatta varoluş şartlarını belirlerken en çok üzerinde durduğu nokta ‘tehlikesiz’ bir kadın yaratmaktır. Millet ve vatanın kurtuluşu, ilerlemesi ve yücelmesi için erkeğin yanında bir yoldaş olarak, kadınlığından arınmış haliyle var olabilen, erkekleşmiş kadındır bu kadın. Cinsel kimliği neredeyse yok sayılarak özgürlüğünün sınırları çizilmiştir. Nilüfer Göle kadının özgürleşmesi ve bağımsızlaşmasının önündeki bu engelleri Modern Mahrem’de ortaya koyar:
“Kadının milli aile ya da ulus gibi bir asil amaç için özgürleştirilmesi kadının erdemiyle ters düşmeyecektir. Kadın ne alafranga tüketen süs bebeği gibi, ne de sürekli fitne unsuru olarak tanımlanacak, cinsiyet yüklü kimliğinden sıyrılarak ‘milleti’ için ‘halkının’ yanında, erkeğinin ‘yoldaşı’ olarak yer alacaktır.”
Yanaşma olarak yollandığı evin küçük beyiyle evlenen Mehpare tuttuğunu koparan bir kadın olarak erkeksidir, ancak o, cinselliğini yaşayışıyla diğer kadınlardan ayrılır. Kemal’e evlenmeden cömertçe ‘sunar’ kendini: “Kemal, kızın bekâretini bozduğu anı hatırlamasa, onu her türlü aşk ve şehvet oyununa alışık, kaşarlanmış bir fahişe zannedebilirdi.” Doymak bilmeyen küçük ‘aşüfte’ olarak Kemal tarafından yargılanırken, onun bakışının prizmasında çarpıtılmış bu imgeyi içselleştirerek kendini nesneleştirir Mehpare. Yeniden ‘özneleşme’ imkânınıysa hamile kalarak, kadınsılığından soyutlanıp yeni Türkiye için öngörülen medenileştirme projesinde erkeğin anası ve yoldaşı olarak yakalayacaktır.
Zaten Kemal’in annesi gibidir Mehpare. Kemal, onun kendisini bebeği zannedişini Azra’ya anlatırken, bu oyuna karşılıklı bir rıza da gösterir. Kemal’in Mehpare’yle sevişmesindeki şehvet, memenin emilmesi ediminin tekrarıyla ironik biçimde masumlaştırılır. Almanların ulusal annelik kavramını çağrıştırırcasına ‘mere phallique’ (doğurganlığın simgesi kutsal-ana) ya da ‘phallus-mere’ (doğurgan-ana) olan bu annenin rehberliğindeki aileyse, baba patriarkal bir toplumda yeşeren ana patriarkallik arzusunun göstergesidir. Anavatanın biyolojik yeniden üreticileri kadar hemşire, hastabakıcı ve aşçılar da ulusal annelerdir.
Mehpare’nin Kemal’in gözündeki değeri de cinselliğinden sıyrılıp, Anadolu’ya hemşire olarak gitmeye karar verdiğinde artar. Erkekleştirilen kadın, toplumsal hayatta erkek için tehlike oluşturmaz; onunla omuz omuza vatanın kurtuluşu ve medenileştirilmesi için savaşılabilir. Kemal’in indinde kıymete biner gitgide Mehpare: “Evin hizmetine koşan bir kızken, vatan hizmetine koşan biri olacaktı, tıpkı Azra gibi.”
Vatan hizmetine koşan bir kadın değil de ‘biri’ oluşunda elbette taşralı kökeninin payı vardır. Kulin bütün romanlarındaki gibi yine sınıfsal ve bölgesel ayrımcılığa gider ve kentli, okumuş kadını yol gösterici tayin eder: “Artık bugün bütün iyi aile kızları vatan için canını vermeye hazır. Birçok genç hanım Anadolu’daki köylü kadınları teşkilatlandırarak cephe gerisinde çalıştırmak için taşraya geçiyorlar.”
Oysa tam aksine, romanda bir kez adını anmak hariç yer vermediği Şükûfe Nihal, toplumsal sorunlara karşı duyarsız davranan ve süsten başka bir şey düşünmeyen ‘umursamaz kadın’a karşı çalışkan ve ezilmiş Anadolu kadınını yüceltmiştir.
Kadınların iyileştirici ve teskin edici gücünün anne ve hemşire rolleri içinde ataerkil söylem tarafından fetişleştirilmesi, bir yandan kadının kendisinden beklenen rollerin gereğini yerine getirmesini sağlarken, diğer taraftan onun siyasal özerklik isteklerini toplumun bağımsızlığı, iyiliği uğruna bastırmasını gerektirir.
Veda’nın kadınları, ulusun kurtuluşu uğruna gerektiğinde aşklarını, hatta canlarını feda edecek denli kendilerini hiçlerler. Mehpare, dönemin kadınlar cemiyetinin toplantıları sonucu bilinçlenir. Behice ise ilk gittiği toplantıdan mide bulantıları içinde ayrılmak zorunda kalır. Çünkü hamiledir. Kadınlardan birinde kazanılan zafer diğerinde yitiriliyordur âdeta. Taşralı kadın cepheye yollanırken, Osmanlı kadını geleneksel annelik rolüne geriletilir Veda’nın ilk bölümünün sonunda. (Nihayetinde kendini bir romanı bitirdiğinde ‘çocuk doğurmuş’ gibi hisseden yazarlardandır Kulin.)
İlk romanı Adı Aylin’in ardından son romanında da militarizmi destekleyen bir söylem kullanan Kulin, kadınların elinden çok şey geleceğini hatırlatır bir kez daha: “Cephe gerilerinde yemek yapmaktan, yara sarmaktan, sargı bezi hazırlamaktan tut, gerektiğinde silah kullanmaya, nöbet tutmaya kadar pek çok iş.”
Kadının militarize edildiği bu söylemde ölüm de eril, hamasi bir dille mistifiye edilir: “O Aralık gecesi, Palandöken Dağları’nda, beyazlar giyinmiş gelin gibiydi ölüm. Hınzır ve arsız bir gelin gibiydi. Doymuyordu, doymak bilmiyordu. Gencecik erlerin hepsini birden istiyordu koynuna.”
Ayşe Kulin’in erkek gibi kadınlığın bu denli yüceltildiği romanları aklıma Hayganuş Mark’ı getiriyor. Feminizmin bir ‘adalet feryadı’ olduğunu söyleyen yazar, yayıncı ve Türkiye kadın hareketinin en uzun soluklu dergisi Hay Gin’in (1919-1933) editörü Mark, erkek olmaya özenmeyi feministlikten saymayarak “Kadın Ol” başlıklı yazısında şöyle demiştir nitekim: “Yanlış anlaşılan bir doktrine göre, seni, yeteneklerinden ve özelliklerinden feragat etmen gerektiğine inandırdılar. Dengeni sağlamak için erkek olman gerektiğine inandın. Ve bir ip cambazına döndün ...”
01.12.2020
akici bir romanRoman orgusu yanında tarihi bilgiler de icerdiginden sıkılmadan tarih bilgilerinizi de pekistiriyorsunu,
01.10.2020
OkunmalıııKesinlikle herkesin okuması gereken çok güzel bir Roman. Ayrıca hızlı kargo için teşekkürler
26.09.2019
Severek okudum.Dönem hikayesi. Akıcı ve anlatımı çok hoş bir kitap. Devamı olan umut u da hazır da bulundurun, çünkü bittiğinde hem üzülmüş hem merak ediyor olacaksınız.