İLKGENÇLİK KİTAPLARI
YEŞİM TOPRAKSIZ
Yolu Sevgiden Geçen Herkes...
Siz de hissediyor musunuz? Bu coşkuyu, bu sevinci... Bu... bu duyguları. Yaşasın sevgi! Her yerde sevgi! İçimde güneşler patlıyor. Bunu evrenin her köşesine taşımalıyım. Anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz?
Tabii ki anlamıyorsunuz.
Anlık ve yoğun duyguları okurlarca anlaşılabilecek bir hale sokmadan, yazarın o anda içinden geldiği gibi anlatması, aklına gelen her şeyi yazması, ortaya anlaşılırlıktan uzak bir metin çıkmasına yol açar çünkü. Yazar derdini olduğu gibi anlatamamış, neler düşündüğünü, neler duyduğunu anlamayı okura bırakmıştır. Mazeret hazırdır: Bu yüce duygular sözcüklere sığmaz! İster istemez akla “dil ne işe yarar” sorusu geliyor. Elbette okur da yazarın o anda kendisine çok kutsal gelen sözcüklere nasıl anlamlar yüklediğini bilebilseydi iyi olurdu. Ne yazık ki böyle bir metin (tamam, çok derin ve muhteşem anlamlar taşıyor olabilir, ama) ancak yazarı için anlamlıdır.
Bu ufak sorun, yazarın peygamberlik görevine gölge düşürmez. Onun işi hâlâ insanlara (hıh!) hiç ama hiç bilmedikleri o muhteşem duyguları anlatmak ve onları bilmemneye davet etmektir. O bir görev insanıdır; seçilmiştir.
Bir yazar bu şeyi yazıp bir yayınevine gider. Benim teorime göre asıl niyeti insanlığa ışık getirmektir; bir ilk gençlik kitabı yazmaya hiç hevesi yoktur. Bu terim ve tabii bu yazın türü işte bu anda doğar: Yayıncının fikri bu şeyi yeni yetmelere satmaktır. Yayıncı lafını bilirse yazar da gurur duyar elbet; amacı kainata yönelik olduğuna göre gençlere yatırım yapmalıdır. Sonuçta “ilk gençlik kitabı" etiketiyle yayınlanmasa da bir süre içinde kitap bu yazın alanında yerini edinir.
Bu tür kitaplar bir yaşa kadar insana anlamlı gelir. Bir yaştan sonra ise okunmaları imkânsızdır. İşin kötüsü herkesin yüreğinin bir yerinde tatlı bir anı olarak bu kitaplardan biri yatar. Ömür boyu da orada durur.
Martı Jonathan Lıvıngston
İnsanın on küsur yaşındayken “ilk kitabını” okuması fikri nereden çıktı ki? Yeni ve sahte bir başlangıç yapmanın ne alemi var? O zamana kadar okunanları değersiz, daha sonra okunacakları değerli kılmak niye? Bunu özellikle Martı’dan bahsederken soruyorum çünkü hem küçük (üstelik kitabın çoğunu da resimler kaplıyor) hem saygın olduğu için bu ikinci başlangıç noktası çoğunlukla bu kitap olur.
Kitabın yazarı Richard Bach’ın asıl mesleği pilotluk. Uçmanın verdiği hazzı kendi inancıyla birleştirmiş ve bu yoğun duygusunu okurlarla paylaşmak istemiş.
Kitabın kahramanı Martı Jonathan Livingston, uçmayı öğrenmek için (martılar genelde uçmaz ya) ailesine ve sürüsüne karşı koymuş idealist bir martıdır. Uçmakta diğer martıların yapamadığını görür. Uzaklara gidebilmenin kendisini özgür kıldığını hisseder. Günlük yaşamla, yemekle filan uğraşan sürüsünü sıkıcı ve zavallı bulur. Bir gün Jonathan kendisine doğru yolu gösterecek bir uçuş öğretmeniyle tanışır. Öğretmen ışıklar saçan bir ermiştir:
...tüm yaşamın özü olan o görünmez yetkinliğe ulaşmak için çabalamaktan asla caymamalarını öğütlüyordu. Sonra, konuşurken, tüyleri giderek parlaklaştı ve sonunda o denli parladı ki, hiçbir martı ona bakamaz hale geldi. ‘Jonathan, sevgi üzerinde çalışmayı sürdür.’ Son sözleri oldu bunlar. (s. 62)
Ermiş öğretmeninin yolunda giden Jonathan, sürüsüyle ters düşer. O da erer ve “yüce martının biricik oğlu” olarak anılır (erdiği anda İsa olmuştur yani). Zamanla görevi daha genç bir martıya devretmesi gerekir. Toplumdan dışlanan Fletcher’le tanışır. Bildiklerini ona aktarır. Bu yeni peygamberin sözleri Martı’yı özetler niteliktedir:
Bir martı sınırsız bir özgürlük kavramıdır. Yüce Martının bir görüntüsüdür. Ve bir kanadından öbürüne, tüm bedeniniz düşüncenizin ta kendisinden başka bir şey değildir. (s. 95)
Martı, uzak doğu kökenli bir felsefenin Hıristiyan tarzı bir uyarlaması. Yazarın bu işi birkaç sayfada yapmış olmasıysa kayda değer bir olay.
Richard Bach, Uzak Diye Bir Yer Yoktur adlı kitabında kendini aşmayı amaçlamış ve uzak doğulu felsefesini çok daha az sayfaya sığdırmayı başarmış. “Çünkü önemli olan gerçeği bilmendir. (...) Ama unutma, gerçeğin bilinmiyor olması, onu gerçek olmaktan alıkoymaz.” (s.31) Eşeği sağlam kazığa bağlamak bu olsa gerek. Biz Bach’ı anlamasak da gerçek gerçektir. Açıkçası yazarın bu kitabının, Martı’nın satışına güvenilerek yazılmış ticarî bir ürün olduğuna inanıyorum.
Sİmyacı’nın Kİşİsel Menkıbesİ
Paulo Coelho son zamanların en çok ilgi çeken gençlik yazarlarından. Yazar Simyacı’yla üne kavuştu ve Beşinci Dağ’la çok satanlar listesindeki yerini pekiştirdi.
Santiago adlı Endülüslü genç bir simyacı, bir falcıdan Mısır Piramitlerine gidip bir hazine bulacağını öğrenir ve hemen yola koyulur. Bütün Kuzey Afrika’yı kapsayan yolculuğu boyunca torbalar dolusu felsefî deneyim kazanır. Bu deneyimlerin en önemlisi, süphesiz “yüce reis”le tanışmasıdır. Simyacıyla yüce reis arasında derin anlamlarla yüklü şiirsel konuşmalar geçer:
Allah’ın büyüklüğünü görmek istiyorum, dedi reis, sesinde saygı vardı. İnsanın, rüzgara dönüşmesini görmek istiyorum. (...) Rüzgâr bana senin Aşk’ı tanıdığını söyledi, dedi delikanlı güneşe. Aşk’ı biliyorsan, Evrenin Ruhu’nu da biliyorsundur. (...) Bulunduğum yerden (ve dünyadan çok uzaktayım), sevmeyi öğrendim. (s. 150)
Simyacı’da beni asıl düşündüren nokta kitabın temel fikri olan “kişisel menkıbe" kavramı. Menkıbe aslında yazgı değil, öykü anlamına geliyor. Bir kontrol edilemezliğin yanı sıra bir olmuş bitmişlik, yaşanamazlık anlamı taşıyor. Buna karşın kitapta Santiago’nun bütün eylemleri bu kişisel menkıbeye bağlanmış. İddia edilen şu: Herkesin bir kişisel menkıbesi vardır, yaşamı onu aramak ve gerçekleştirmek içindir, ayrıca yaptığı her eylemin nedeni de yine bu menkıbedir. Bu menkıbe yazgıysa, yani eylemlerimizi kontrol ediyorsa, istesek de istemesek de gerçekleşecektir; bizim Simyacı’dan hiç bir ders almamız gerekmez. Yok yazgı değil de yaşamın amacıysa kitaptan menkıbemizi aramamız gerektiği sonucu çıkıyor. Nasılı kolay: Menkıbemiz bizi menkıbemize götürecek.
Simyacı şiirsel ve heyecan verici bir kitap. Ne var ki Paulo Coelho nedense kitabının tam merkezine bir totoloji yerleştirmeyi uygun görmüş.
Sofı’nin Mütevazı Dünyası
Klişeleşmiş “bilgi çağı" söyleminin bir parçası olarak XXI. yüzyıl başarılı ve bilgili insanı tasvir edilir: Bu kişi bir konuda uzmandır, diğer her konuda da “yeterli düzeyde” bilgi sahibidir. Böylece yeryüzünde konuşulan hiç ama hiç bir şeye yabancı kalmaz. Her an söyleyebileceği bir kaç sözü bulunur. Bilgi konusunda iddialı ve mütevazıdır; kendi bildiği “az”ın doğruluğunda inat eder, çünkü bu bilgi o alandaki diğer bilgilerden fedakârlık edilerek kazanılmış bir şahanedir. Yine de her fırsatta kendi alanı dışındaki konularda bilgisinin az olduğunu kabullenir.
Sofi’nin Dünyası’nın yazarı Jostein Gaarder’in böyle bir insan olduğunu tahmin ediyorum. Ne kendi uzmanlık alanı ne de yan alanı sayılabilecek bir alanda her yerinden inat fışkıran bir kitap yazmış. Kitap, felsefe tarihi üzerine bir roman-ansiklopedi. Eğlenceli sürprizler, animasyonlar iyi hoş da, ne yazık ki haklarında sayfalarca bilgi verilen düşünürlerin ne düşündükleri Gaarder’in pek umrunda değil. Bu sayfaların yazılmasının nedeni ise inat; bilmese de bilebileceğini ispatlama inadı. Yazar kendinden o kadar emin ki, ünlü düşünürleri “olsa olsa böyle düşünmüştür” mantığıyla konuşturuyor. Ne de olsa kimseler kendisinden daha fazla okumamıştır.
– Bu lafı biraz daha açar mısın?
– İşçi bir mal ürettiğinde bu malın belli bir satış değeri olur.
– Evet?
– İşçinin ücretini ve diğer üretim giderlerini malın satış değerinden düşersen geriye bir değer kalır. Marx buna artı-değer ya da kâr diyordu.
– Anlıyorum. (s. 451 Marx)
Efendim? Ben anlamıyorum. Hesabı yavaş yavaş bir daha tekrarlayabilir miyiz?
İpek Ongun:
Bir Misyon İnsanı
İpek Ongun, uzun yıllardır ülkemizin ilkgençlik yazınında sarsılmaz bir yere sahip. Yaş On Yedi, Bir Pırıltıdır Yaşamak ve Bu Hayat Sizin adlı kitapları yazıldıkları zamandan beri kitapçıların raflarından inmedi. Çünkü ebeveynler ve öğretmenler, onlu yaşlardaki çocukların eğitimini tamamlamak, onlara hayatı zahmetsizce anlatabilmek için İpek Ongun’un kitaplarını almayı bir vicdan borcu olarak görüyorlar.
Zaten Ongun da kitaplarını gençlere değil, onlarla en kolay ve en mükemmel yoldan ilgilenme (hem ucuz hem iyi: Bir geç dönem kapitalizm mitosu) arzusu içinde olan ebeveynlere satması gerektiğinin bilincinde görünüyor. Kitapların kapaklarını kot pantolonlar, papatyalar ve aşırı çekici genç kızlar (o Yaş On Yedi’nin kapağındaki 25’lik bayan da kim acaba?) süslüyor. Arka kapaklarda ise İpek Ongun’un çok sevdiği ve onu çok seven gençlerle (ne de olsa hepsi aynı kalıptan çıkma) çekilmiş fotoğraflar var. Biraz ilgisiz bir baba, bu kitapları almasa, eve gittiğinde “beni sevmiyor musun” sorusuyla karşılaşacağından korkar.
Ongun’un kitaplarında TRT tarzı bir isyan havası seziliyor. Sürekli bir itiraz etme hali söz konusu. Ancak itirazın nesnesi yok. Bir cümlede okul ya da yetişkinler yeriliyor, öbür cümlede barış sağlanıyor. Bu kararsız isyankârlığın gençleri cezbedeceği, kimseye güvenmeyip ellerindeki kitaba güvenecekleri hesaplanmış olsa gerek. Ongun, kitaplarının insan yaşamındaki olağanüstü yerinden emin görünüyor:
Barselona Gold adlı kasetten Placido Domingo’nun Friends Forever ve Michael Jackson’un Heal the World adlı şarkılarını ya da sizin çok sevdiğiniz bir parçayı çalın. Ve müziği dinlerken bu bölümle ilgili şu maddeleri iyice bir düşünün." (Bu Hayat Sizin s. 126).
Yani bir okurdan, kendisine kitabı okumanın ötesinde zaman ve emek ayırmasını istiyor. Kitap kitap değil çünkü: Ongun, bir gencin duygusal dünyasını biçimlendirmede kendisini öyle yetkin hissediyor ki onun hangi şarkıları dinlerken duygulanabileceğini bile düşünmüş. İçimden bir ses “ya da sizin sevdiğiniz parça”nın yayıncının uyarısıyla eklendiğini söylüyor. Bu ufak yaşama alanı için sonsuz teşekkürler...
İpek Ongun’un misyonu, gençlere (kendi deyişiyle “gücünü sevgi ve bilgiden aldığının artık farkında olan [yani yazarın diğer kitaplarını okumuş] XXI. yüzyıl öncülerine) hiç bilmedikleri, başkalarının onlara anlatmadığı, anlatmak istese de anlatamadığı, kendisi sözünü etmedikçe bilinemeyecek olan bir şeyi aşılamak: Sevgi!
Bu peygamberlik bahsinde İpek Ongun pek de alçak gönüllü sayılmaz:
Şöyle düşünün. Diyelim ben bir kitap aracılığıyla sizlere düşüncelerimi, birikimimi, bilgimi aktarıyorum. Yani bendeki bilgiyi tüketiyorum. Tüketiyorum ama bilgi diğer tüketilen nesneler gibi yok olmuyor, çünkü o bilgi hâlâ bende. Ama siz... zenginleşiyorsunuz! Sizlere verince, bu bilgi çoğalıyor ve sizler bu bilginin ışığında bana mektuplar yazıyor, öneriler getiriyorsunuz. (Bu Hayat Sizin s. 208)
Yazarın bir diğer amacı da kişiliksiz gençlere birer kişilik vermek. Gençlerin bu kişiliği hevesle sahiplendiğini yine Ongun’dan öğreniyoruz:
Gittiğim okullarda gençlerden, “Şimdiye kadar hep bizler için yazdınız. Nasıl davranmamız, neleri yapıp neleri yapmamamız gerektiği konusunda bizi aydınlattınız [Işık, daha çok ışık!]. Biraz da anne babalarımız için yazsanıza,” önerileri geldi. (Bu Hayat Sizin s. 281)
Sevgili gençler neden “bizim için daha da yazın” demiyor ki? Yoksa Ongunist alternatif hukuk sistemi yeterince olgunlaştı mı?
İpek Ongun, kitaplarının diğer kitaplarla birlikte kütüphanede değil de sevgili gençlerin başucunda durmasını istiyor. Ancak kitaplarında bunu sağlayabilecek tek özellik, bu isteğin doğrudan ifadesi...
Bir Misyon İnsanı Daha: Gülten DayıoĞlu
Gülten Dayıoğlu çocuklar ve gençler için kitaplar yazıyor. Yazarın en ünlü kitabının Yeşil Kiraz olduğunu söylesek yanlış olmaz herhalde. Hatta gördüğü ilgi üzerine kitabın ikinci cildi de geçtiğimiz yıllarda yayımlandı.
Gülten Dayıoğlu, Yeşil Kiraz’da köy yaşamı ve değerleriyle kent yaşamı ve değerleri arasında çelişkilere düşen Kiraz adlı bir genç kızı konu ediyor. Yazar, kitaptaki gerilimin iki ucu olarak Kiraz’ın ailesini (köy değerleri) ve arkadaşlarını (kent değerleri) sunuyor. Üzücü olan o ki, kitap için bu kadar önemli olan bu iki öğe de baştan savma bir şekilde oluşturulmuş. Köylüler, aralarında saçma sapan konuşup, iğrençlikler yapıp her tür özgürlüğe karşı çıkan yabanıllar olarak tasvir ediliyor. Kentliler ise içki içip, müzik dinleyip sabah akşam eğlenen namussuzlar olup çıkmış. Anlaşılan Gülten Dayıoğlu’nun Türk toplumu hakkındaki birikimi çoğunlukla gazetelerin üçüncü sayfalarına ve yarı eğitim amaçlı Türk filmlerine dayanıyor. İçleri bomboş karakterleri oluştururken sergilediği insancıllığı da oradan geliyor olsa gerek.
Kitabın yazılış yılı 1992. Yine de Kiraz’ın zengin arkadaşları (bu arada büyük şehirde zenginlerden başkası yaşamıyor) kötü kötü giyinip kötü kötü dans ediyorlar. Kendileri erkekleri toplayıp plaja giderken anneleri konken oynuyor, babaları “kulüp”e gidiyor. Viski içiyorlar. Yazar, 70’li yılların korkutucu namussuz zengin tasarımının tozlarını üfleyip bu tasarımı dekor olarak kullanmış. Dekor diyorum, çünkü bu karakterler kitapta neyin kötü olduğunu göstermekten, daha açıkçası bir genç kıza ibret olmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Öyküye bir katkıları yok.
Öyküye katkısı olmayan diğer grup ise Kiraz’ın ailesi ve akrabaları. Köylülerin yalnızca kötülüğü, aptallığı ve cahilliği temsil edebileceğine karar verilmiş. Genç bir kıza yine anlam dolu mesajlar yollanıyor.
Genç kızın kendisine gelince; Kiraz’ın bütün iç dünyası cinsellikten ibaret. İşin kötüsü (her on satırda bir vurgulandığı üzere) Kiraz maalesef çok ama çok güzel. Hal böyle olunca birer kurttan başka bir şey olmayan erkeklerden nasıl kurtulacağını bilemiyor. Kitap boyunca Kiraz cinselliği hem keşfediyor hem keşfetmiyor. Kitabın heyecan verici ve cesur yanı da işte bu.
Gülten Dayıoğlu, kendisini genç kızları erkeklere karşı bilinçlendirmekle görevlendirmiş. Işılay Saygın ekolü korkuya dayalı ahlâk psikolojisini gelecek kuşaklara taşımaya çalışıyor.
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
15.10.2021
Kargo iyiZamanında elime ulaştı
03.01.2021
Merakla beklediğim bir kitapMerakla okumayı beklediğim bir kitap gelmesini heyecanla bekliyorum
14.11.2020
En sevdiğim kitapEn sevdiğim kitap. Çok güzel. Tekrar tekrar okurum. Her yaşa uygun. 20 de de güzeldi. 40ta da.