Kapitalizm, Yeni Yöntemlerini de
Kadın Emeği Üzerinden İnşa Ediyor
Gülnur Acar-Savran
Sosyalist feminizmin Türkiye’de ilk akla gelen ismisiniz. Neden sosyalist feminizm?
Belki teori düzleminde… Hareket içinde neyse ki öyle değil… Genel olarak dünyaya bakışım, maddeci bir bakış, yani toplumsal ilişkilerin, yapıların, insanların düşünceleri, kimlikleri üzerinde belirleyici olduğunu düşünüyorum. Kadınların ezilmelerine, emeklerine el konmasına da bu çerçevede bakıyorum. Bunun ötesinde, ayrıca sosyalist feminizm tanımını neden anlamlı buluyorum?
Kadınları feminizme çağırırken, bir gelecek tasarımı sunabilmek bana önemli geliyor. Feminizm sadece bir geçici direnişler toplamı olarak kalmamalı, geleceğe yönelik bir bakışı da olmalı, diye düşünüyorum. Kadınların görece özgürleşmesi, kapitalizm altında her zaman geri döndürülebilir bir şey oluyor; bu, yasal düzeyde de, kaynakların bölüşümünde de böyle. Örneğin, sosyal devletin en gelişkin olduğu yerler ve durumlarda kadınlar toplumsal kaynaklardan daha çok pay alabiliyorlar, ama gün geliyor, hiçbir güvenceleri olmaksızın piyasanın, rekabetin çatışmasına sürülüyorlar. Bence kadınların gerçek anlamda kurtuluşu için bir ön koşul, kaynakların kâr esasına göre değil de insanların iradesiyle bölüşüldüğü bir toplum. Bugün kadınların ezilmişliği kapitalizmin mekanizmalarıyla çok iç içe geçmiş durumda.
Kapitalizm, patriarkayı geçmişten devralmış, kendine uyarlamış; kendine patriarkanın sunduğu olanaklara dayanarak çıkış yolları bulmuş. Novamed örneğinde de görüldüğü gibi, serbest bölgeler, böylesine düşük ücretli, güvencesiz işler, patriarka var olduğu için mümkün oluyor.
Novamed eylemleri bir dayanışma, aynı zamanda feministlerle, kendini feminist olarak tanımlamayan kadın işçilerin ortaklaşa politik direnişi olarak mı değerlendirilmeli?
Novamed’de feminist hareket, başka bir direniş hareketiyle, kadın işçilerin direnişiyle bir ilişki kurdu. Kadın dayanışmasının nasıl olması gerektiğine dair de bir örnek verildi, çünkü kadın dayanışması, farklı kadınların farklı sorunları ve taleplerinin patriarkaya karşı ortak bir politik bilinç çerçevesinde toparlanması… Novamed örneğinde, patriarkaya ve kapitalizme karşı bir kadın dayanışması oluştu.
1970’lerin kadın hareketi daha çok emek üzerine kuruluydu, İlerici Kadınlar Derneği (İKD) emekçi kadınlarla birlikte hareket ediyordu, peki, bu harekettekiler kendilerini feminist olarak tanımlıyorlar mıydı?
O zamanlar Türkiye’de feminizmin sözü bile edilmezdi, İKD daha çok ‘kadın hareketi’ diyebileceğim bir hareketti. Tabii ki kadınların sorunlarına eğiliyordu, kitleseldi, ama daha çok emekçi kadınlar odaklı bir hareketti. Feminist hareketse her kesimden kadının sorununa, kendi sorunuyla gelen her kadına açık bir hareket. İKD daha çok kapitalizmin kadınları ezmesi üzerinde odaklaşıyor, ataerkil gelenekleri bir tür kalıntı olarak alıyordu. Oysa feminist hareket, karşısına patriarkayı alır ve bütün kadınlık durumlarının, patriarka içinde birbirlerini nasıl beslediklerini, nasıl karşılıklı kullanıldıklarını açık ederek, bütünlüklü bir tahlille politikasını oluşturur. İKD erkeklerle çatışmayı önüne koymuyordu, patriarkadan nasıl çıkarları olduğunu sergilemiyordu. Feminist tahlilde, özellikle de maddeci feminist bir tahlilde, her sınıftan erkeğin kadınların ezilmesinden bir çıkarı olduğu tezi vardır; bu çıkar esas olarak da karşılıksız ev emeğinden kaynaklanır, her sınıftan erkek, birlikte yaşadığı kadının emeğine bir ölçüde el koyar ve bununla kendi toplumsal konumunu güçlendirir.
Sosyalist feministliği de bu ilişki üzerine mi inşa ediyorsunuz?
Bu ilişki genel olarak maddeci feminizmin hareket noktası. Sosyalist feminizme gelince: Kapitalizmin neo-liberal politikalarının dünya çapında yükselmesiyle kadınların üzerinden sağlanan çıkarlar öylesine katlandı ki, artık bugün, kadınların özgürleşmesi ve kurtuluşu için tutarlı bir politikanın anti-kapitalist bir politika olması gerektiğinin iyice açık hale geldiğini düşünüyorum. Kapitalizmin yeni yöntemleri; kuralsızlaşma, esnekleşme, güvencesiz, yarım zamanlı çalışma, hep kadın emeği üzerinden inşa edilen şeyler. Öte yandan, bu çalışma biçimleri, kadınların patriarka içindeki konumlarını güçlendiren, onların evliliğe, aileye bağımlılıklarını arttıran süreçler.
Çizdiğiniz bu haritaya, kapitalizmin kadınlardan çıkarının artmasına, kadınların bir kıtadan diğerine yoksulluk, şiddet nedeniyle, çok ağır koşullarda taşınmasına, dünyanın üçüncü büyük pazarını oluşturan kadın ticaretini de ekleyince, bu sorunların ortaya çıkışıyla sosyalist bloğun çöküşü arasındaki bağa da işaret etmek gerekmiyor mu?
Ben kendi adıma o rejimleri sosyalist rejimler olarak görmüyorum, çünkü sınıfsız topluma doğru gidişin bir yerde durduğunu ve başka yönlere saptığını düşünüyorum. Bu tartışmaya girmeyelim, ama sonuçta bu rejimlerin çökmesiyle, kapitalizmin yerküre üzerindeki bütün ilişkileri metalaştırma eğiliminin önündeki önemli bir engelin ortadan kalktığını görüyoruz.
Yeniden İKD’ye dönecek olursak, kadınların dönemin politik hamleleri ve acelesi nedeniyle kendi ilişkilerine, deneyimlerine bakma fırsatı bulamadıklarını söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz herhalde. Daha genel olarak o dönemde kadınların sosyalizm mücadelesindeki konumlarına ilişkin olarak şunu söyleyebiliriz: Sosyalizm davası uğruna bir şeyler yapıyorsan, özellikle de erkeklerin mücadele koşullarını sağlıyorsan, o zaman yiğit kadın olurdun, yani ‘erkek’ mertebesine yükseltilirdin. Evet, o büyük davanın kadınların kendi ezilmişliklerinin gölgede kalmasına yol açtığını düşünüyorum. Bu kör noktayı aydınlatmak için tek başına sosyalist bilinç yetmiyordu, yetemezdi. Bunun için harekete ‘dışarıdan’ feminist bilincin taşınması gerekiyordu.
Hane içi pratiklere ‘görünmeyen emek’ diyorsunuz ve ev içi üretimini, patriarkal bir sömürü biçimi olarak kapitalizmden tamamen ayrı ele almanın teorik yanlışlığını ortaya koyuyorsunuz.‘Ev işleri ücretlendirilsin!’ talebi, ev işinin özel iş olmaktan çıkartılıp toplumsal iş olarak örgütlenmesinin yolunu açabilir mi? Cinsellik de evlilik içinde bir hizmet. Kimi zaman tecavüzlere varan bu hizmet ücretlendirilirse ne olacak?
Kadınların ev emeği görünmeyen emektir, çünkü bu emek harcama biçiminin mesai saatleri yoktur, yaşamın kendisiyle çalışma, dinlenmeyle emek harcama, sevgiyle iş yapma iç içe girmiştir. Ama daha da önemlisi, bu emek karşılıksız emektir, çünkü kadınlar dışarıda ücret karşılığı çalışsalar da çalışmasalar da ev içinde devasa bir emek harcarlar. Deniyor ki, tam zaman ev kadınlığı yapan bir kadının geçimini kocası sağlıyor, dolayısıyla da bu karşılıksız emek değil… Oysa bu durumdan erkek şöyle ya da böyle bir çıkar sağlar: Boş zamana sahip olur, kadına göre daha yüksek ücret alır, işinde daha yüksek konumlara gelebilir, politikaya, sendikal faaliyete katılabilir, sanatla, kültürle ilgilenebilir, maça gider, ya da kahvede arkadaşlarıyla okey oynayabilir. Şunu göz ardı etmemeliyiz: Sınıfı ne olursa olsun erkeğin tüketimi karısının tüketiminden daha fazladır.
Burjuva erkeklerin tüketimi kadınlarınkinden her zaman fazladır, ama bu işçi sınıfı için de, işsizler için de geçerlidir. Yine de, ben bunu, bütün kadınların bütün erkekler karşısında bir sınıf oluşturmaları olarak görmüyorum. Her şeyden önce, kadın emeğinin tamamına el konmasıyla, bir bölümüne el konulması farklı şeyler. Dışarıda ücret karşılığı çalışmayan kadınların emeğinin tamamına kocaları tarafından el konuyor ve burada tam bir bağımlılık ilişkisi söz konusu. Kadın dışarıda çalıştığı zaman, her ne kadar kocasına bağımlı olsa da emeğinin bir bölümü üzerinde kocası karşısında kendi tasarrufu söz konusu. Öte yandan, esnaf ya da küçük tarım işletmesi sahibi bir adamın karısının o işletme için harcadığı emeğin statüsü, profesyonel ücretli kadınların ya da kayıt-dışı işlerde çalışan kadınların emeğinin statüsünden farklı. Kadınlar tek bir üretim ilişkisi etrafında bir sınıf oluştursaydı işimiz belki de daha kolay olurdu.
O zaman ev içi emeği patriarkanın bir sonucu olarak mı göreceğiz?
Ev emeği bir kavram olarak alındığında, patriarkanın kapitalizmle eklemlenmiş olan, modern biçimine özgü bir emek biçimini ifade ediyor. Nasıl ortaya çıkıyor peki bu? Marx, kapitalizmin tarihsel koşulları içinde erkek egemenliğini saymaz. Oysa kapitalizmin tarihsel koşullarından birisi tam da patriarkal ilişkinin mevcudiyetidir. Sermaye bu sayede, emek gücünün yeniden üretimini kendi dışında tutabilmiştir; böyle bir egemenlik ilişkisi olmasaydı sermaye emek gücünün yeniden üretimini belki de kendisi üstlenmek zorunda kalacak, o zaman her şey başka türlü şekillenecekti... Evde erkek için yapılanları sermaye üstlenmek zorunda kalacaktı. Bu yüzden, Christine Delphy’nin savunduğu gibi, ev içi üretimle kapitalizm ‘analitik olarak’ birbirinden ayrılarak tahlil edilip, sonra bir araya getirilemez. Bilmiyorum, yeterince açıklayıcı mı bu?
Peki, ev emeğinin ücretlendirilmesi bu eşitsizliğin giderilmesinde bir yol olarak görülebilir mi?
Ev emeğinin ücretlendirilmesini ev kadınlığını bir meslek haline getireceği için sakıncalı buluyorum. Ama kadınların evde harcamış oldukları karşılıksız emek için sosyal haklar talep etmeleri başka bir şeydir; o, kadınların kendilerinden alınmış bir şeyi geri almayı talep etmeleridir. Cinsellik meselesine gelince... Cinsellik de bir mecburiyet haline gelince, kadına dayatılınca, bir hizmete, bir emek harcamaya dönüşür. Evlilik içi tecavüz daha önce ağza alınmayan bir şeydi; böyle bir kavram yoktu; şimdi yasal düzenleme konusu olarak tartışılıyor. Dolayısıyla, cinselliğin karşılıksız ev emeğinin diğer boyutlarıyla bir sürekliliği var. Peki, çocuk bakmak da bir hizmet midir? Evet, sadece kadına yüklendiğinde bir hizmettir. Ama çocuk bakımı eşit olarak paylaşıldığında, cinsellik karşılıklı isteğe dayandığında, bunlar hizmet olmaktan çıkar tabii. Onların hizmet olup olmadığını hangi ilişki içerisinde yapıldığı tanımlar.
Ev emeğinin ağır bir işçilik olduğu daha yeterince anlatılamamışken, sosyal güvence ya da ücretlendirmeyle bu hak ihlali giderilmemişken ve kadınların en çok ‘evde’ şiddet gördüğü belgelenmişken, evler yeniden bir sığınak olmaya başladı. Büyük ailelere, kuzineli mutfaklara methiyeler yazılıyor. Sanki bir yorgunluk hali var gibi kadınlarda…
Çok tutucu zamanlarda yaşıyoruz ve bu ideoloji herkesi etkiliyor; müthiş bir aile yüceltmesi, kadınlarda müthiş bir anne olma iştahı var. Bence bütün bunlar politik ufkumuzun bu kadar daralmasıyla çok bağlantılı. Ayrıca, ekonomik koşullar o kadar yıpratıcı ki aile ‘dayanışması’ (şiddetle örülmüş bir ilişkiye ne kadar dayanışma denebilirse!) önem kazanıyor. Feministler olarak da, 70’li yıllarda Batılı feministlerin gösterdiği militanlığını gösteremiyorsak, bunda bu etkenlerin de rolü var. Feministler Batı’da refah devletinin en parlak döneminde ortaya çıkmışlardı, işsizlik ödeneği vardı, devletin çocuklar için her tür bakım hizmeti sunduğu bir bağlam söz konusuydu. Dolayısıyla, aileleri geride bırakıp ortak yaşamlar kurmak, arkadaşlarla bu işleri paylaşmak daha kolaydı. Ben gelecek perspektifimizin yine oralarda aranması gerektiğini düşünüyorum, ama evet, içinden geçtiğimiz dönemde aile bir sığınak olarak görülüyor…
Pazartesi dergisinin 1995’te çıkan ilk sayısının kapağı taciz ve tecavüze ayrılmıştı. Bu hiç bitmedi… Bugün de feministler her cuma, Mis Sokak’ta toplanıp kadınların dikkatini tacize çekmek istiyorlar, ancak orada ayrılıkçı bir gerilla grubu gibiler. Gelip geçen kadınlar bakıyor ama katılmıyorlar. Onları durduran korku mu, kendilerini orada var etmek mi istemiyorlar?
Bilmem, ben her cuma 1000-1500 iğne satıldığını duydum. Ama tabii şöyle bir şey var: Feminizm çok genç kadınlar için kendiliğinden bir çekim gücü oluşturamıyor. Onlar kendi hayatlarının annelerininkinden çok farklı olacağına inanıyorlar, ta ki bir erkekle hayat paylaşıncaya, bir işe girene kadar… Cuma akşamı Beyoğlu’nda da genellikle genç kadınlar dolaşıyor. Hatırlıyorum, ilk Mor İğne Kampanyası’nda, vapurlarda, pazarlarda iğne sattığımızda, daha çok ‘başörtüsünü çene altından bağlamış’ klasik ev kadını diyebileceğimiz kadınların ilgisini çekiyorduk. Mor İğne bir yanıyla da geleneklerle bağlantısı olan bir şey: Eskiden sokağa çıkarlarken anneannelerimizin yakasının altında iğne bulunurdu, bu erkeklere karşı bir güvenceydi.
O kampanyada şunu gördük ki, ‘aydınlanmış, eğitimli kadınlar’ tam da bunu çok küçümsüyorlardı, erkekler karşısında bu kadınlarla aynı konumda olmayı kabullenemiyorlardı; kendilerini özgür, kurtulmuş sayıyorlardı. İğne satışları Beyoğlu’nda değil de başka bir yerde olsa belki daha çok rağbet görürdü. Beyoğlu’nun kalabalığı çok genç bir kalabalık ve daha çok sokağa tek başına çıkmış genç kadınlar var. Onların belki de kendilerine yediremediği bir şey bu, kendilerini erkeklerle eşit görüyorlar.
Böyle görmelerini, kendilerini kurtulmuş görmelerini sağlayan ne? Bu yanılsamayı yaşayan kadın hangi sınıfa ait?
Bu soru beni Türkiye’de feminizmin ilk çıkışlarına götürüyor. Türkiye’de feministler 80’li yılların başında, esas olarak Kemalizmin ‘kurtulmuş kadın’ yanılsamasına karşı çıktılar. Çünkü bütün bu ‘Kemalizm kadınları kurtardı’ söylemine karşın, biliyoruz ki kadınların hepsi eziliyor. Bugün, bu eğitimli, üst orta sınıf kadınların kendilerini aydınlanmış ve kurtulmuş kadınlar olarak, diğer kadınlardan ayırmaları da, Cumhuriyet döneminde yerleşmiş bir ruh hali ve pratik. Biz, “Feminizm, kadınların kendi kurtuluşlarının ideolojisidir. Biz kimseyi kurtarmaya soyunmuyoruz. Aydınlanmış, özgürleşmiş kadınlar, karanlıklar içerisinde bırakılmış zavallı kadınlar gibi bir ayrım yoktur,” diyerek yola çıktık.
‘Aydınlanmış’ bir kadın eğitimsiz bir kadının ezilmesiyle kendi yaşamı arasında bir bağlantı kurabilirse, kendi durumundaki ezilmişliği de görebilirse ve bu ezilmişlik hallerini eşdeğer görebilirse, kadın dayanışması ancak o zaman gerçekleşebilir, zaten feminizmin derdi de budur. Ama çok genç kadınlar, tüm bedensel örselenmelere, babalarla çatışmalara rağmen feminizmi bir yerde kendilerine yediremiyorlar. Bunda genel bir apolitikleşmenin etkisi de var tabii: Değindiğim nedenlerle, çok genç kadınların feminizme yakın hissetmeleri için zaten bir politik aidiyet ihtiyacını duyuyor, politik aidiyet duygusunu anlamlı buluyor olmaları gerekiyor. Çok genç yaşta feminizmi benimseyenler daha çok böyle kadınlar.
Kadınlar ezilen bir toplumsal grubun mensupları olarak ortak yazgıya sahip. Ancak sınıfsal, ulusal, ırksal, etnik, dinsel kökene bağlı farklı aidiyetler de söz konusu. Dolayısıyla farklı aidiyetler, kadınların paylaştıkları ortak çıkarlar ve savundukları politikalarda kırılmalara, farklılıklara yol açıyor. Farklılıklarımız bu denli belirleyici mi, yoksa bu da ideolojik manevra mı?
Cinsiyetçi ideoloji tabii ki kadınları birbirine karşı oynuyor; iffetli-iffetsiz, ev kadını-fahişe, evli-bekâr, ayrımları bunun tipik örnekleri. Bazı kadınları iffetsiz adı altında şiddete, sert yaşamlara mahkûm ederken, diğerlerini erkeklerin sağladığı himayeye mahkûm ediyor. Öte yandan, kadınların ortaklığı, bir tür negatif ortaklık; farklı ezilme biçimlerini içeren ‘kadın olarak ezilmişlik’ten kaynaklanan bir ortaklık. Bütün ayrılıklara rağmen, kadınların bir politik özne olarak birlikte davranmaları mümkün mü ve nasıl mümkün? Ancak feminist ideoloji ve politika dolayımıyla mümkün, diye düşünüyorum. Feminist ideoloji, tam da iffetli-iffetsiz kadının nasıl birbirlerine karşı oynandıklarını, profesyonel ücretli kadınlarla, düşük ücretli çalışan kadınların sosyal güvenlik taleplerinde nasıl bir arada buluşabileceklerini, ya da lezbiyen kadınlarla heteroseksüel kadınların ‘lezbiyen’ ve ‘heteroseksüel’ diye yaftalanıp nasıl birbirine karşı konumlandırıldıklarını gözler önüne serer, ortak çıkarlarını kuracak yolları arar.
Elbette feminist politikayla aşılması daha güç olan, patriarkanın dışından gelen, sınıf, ulus gibi bölünmeler var. Ancak bu ortak ezilmişlik, talepler arasında köprüler kurarak ortak davranmamızı mümkün kılıyor, diye düşünüyorum. Bu her zaman kolay olmuyor; mesela, erkek şiddetine karşı enseste maruz kalmış kadınlarla koca dayağına maruz kalmış kadınları bir araya getirmek belki daha kolay da, Novamed kadınlarıyla dayanışmaya belki daha az kadın katılıyor…
Son yıllarda lezbiyen-heteroseksüel yaftalamasını kıran ortaklıklar da yaşanıyor, feministler mesela Kaos GL’nin kapatılmasına ses çıkarıyor, politikalarının içine eşcinselleri de katıyorlar.
Başlangıçtan itibaren feministler arasında lezbiyen kadınlar vardı, ama lezbiyen kimlikleriyle politika yapmıyorlardı. Lezbiyenlerin bu kimlikle politika yapmaları daha geç oldu. O zaman da feministlerle lezbiyenler arasında politik bir dayanışmadan söz etmek mümkün hale geldi.
Yeniden genç kadınlara dönelim, kendilerini kurtulmuş saymalarında, feminist harekete uzak durmalarında, feminist hareketin bir vebali, bir sorumluluğu var mı?
Feminist hareketin kesintiye uğraması, sokaklardan çekilmesi, kadın hareketinin daha lobici bir çizgiye girmesi, genç kadınların feminizmle temasını bir ölçüde zorlaştırdı. Fakat bu Türkiye’ye özgü değil. Yeni politik iklim birçok yerde, özellikle de Batı’da doğal olarak bu sonuca yol açıyor. Ayrıca, bu kadınlar bazı şeyler için mücadele etmek zorunda değiller, onları hazır buluyorlar.
Mesela, gece sokağa çıkabilmeyi…
Evet, biz 80’lerin başında bir kez kadın kadına meyhaneye gittiğimizde çok ilginç bir olaya tanık olmuştuk. Dar anlamıyla cinsel tacize uğramadık belki, daha ilginç bir şeydi olan. 6-7 kadındık. Hem de İktisatçılar Derneği’nin Beyoğlu’ndaki lokalinde… Gecenin ilerleyen saatlerinde garson geldi; komşu masalardan şikâyet gelmiş, çok gürültü yapıyor, çok gülüyormuşuz. Bu şu demekti aslında: “Siz, ‘yalnız kalmış’, ‘çirkin’, ‘lezbiyen’, ‘feminist’ (bunların hepsi küfür!) kadınlar, nasıl olur da biz (erkekler) olmadan eğlenebilirsiniz?” Bunu kendilerine yönelik bir tehdit olarak yaşamıştı o erkekler. Şimdi büyük kentlerin birçok bölgesinde, kadınların kadın günleri ve matineleri dışında da erkekler olmaksızın sosyallik yaşaması kabul ediliyor.
Sizin de ‘feminist’ olarak değerlendirdiğiniz Osmanlı’nın son dönemi kadın hareketine dönersek; Cumhuriyet’le birlikte bu hareket kesiliyor. Sizce Cumhuriyet bu kadınlara ne yaptı?
Kadınlar tam kadınlar olarak, kendi özgürlükleri için örgütlenirken, Cumhuriyet aktif, iradi bir biçimde bu sürece müdahale etti. Kendini Kemalizm’in sınırlarıyla bağlı görmeyen bir kadın hareketi meşru görülmedi. Kadınlar Birliği kapatıldı. O noktada bağımsız bir kadın hareketi ihtimali ortadan kalktı.
Ama Cumhuriyet’in inşasında da kadınlar öne çıkarıldı, modern Türkiye’nin kurucusu, taşıyıcısı ve göstereni olarak kadınlar taşıyıcı bir rol üstlendiler…
Evet, ama kadınların vatandaşlığı yine de erkeklerinkinden farklı kuruldu. Cumhuriyet kadını vatandaştı, ama aynı zamanda evini modern ölçülere göre düzenleyen bir ev kadınıydı; çocuğunu modern biçimde eğitecek bir anneydi ve bunlar vatan görevleriydi. Yani vatandaşlığı, erkeklerin vatandaşlığından farklı olarak, ek bir misyonla tanımlanıyordu. Tamam, Cumhuriyet yeni kurulduğu ve bir modernleşme projesi söz konusu olduğu için kadınlara daha çok alan, meslek alanı açıldı, ama evlilik içindeki ilişkilere dokunulmadı, ev işini kim yapar, çocuğa kim bakar gibi konularda bir değişiklik öngörülmedi. Öte yandan, bu sınıfsal açıdan da sınırlı kalmış bir özgürlüktü.
Modernleşme kadın üzerinden gerçekleştirilmek isteniyor, ama bir yandan ‘ulus erkek, vatan kadın’ olarak tanımlanıyor. Ayrıca, kadına anne olarak kutsal bir anlam yükleniyor ve bu yönleriyle sanki erkeklerin önündeymiş gibi ilüzyonik bir bakış yaratılıyor...
Bu Türkiye’ye ve Kemalizme özgü bir şey değil, ulus devletleşmeyi geç yaşayan bütün ülkelerde benzer bir durum söz konusu. Hatta uluslaşma süreçlerinde yaygın olarak yaşanıyor bunlar. Benzer eğilimler Kürt hareketinde de ortaya çıktı, ABD’de iç savaş dönemi ve sonrasının cumhuriyetçi ideolojisinde de...
O kadınların mirasçısı kadınlar bugün türbana karşı taraf olanlar, Cumhuriyet mitinglerini düzenleyenler ve katılanlar… Ancak türban meselesine geçmeden aradaki süreci tamamlayalım… Örneğin, İKD kamusal alanda başka, özel alanda başka bir kadın rolüne bürünen, cinselliği olmayan, böylelikle de muhafazakârlığı kısmen taşıyan bu kuşağı nasıl aştı, aşabildi mi?
Daha önce konuştuğumuz gibi İKD, daha çok emekçi kadınlar arasında örgütlenen bir hareketti. Öte yandan, özel alan-kamusal alan ikiliğinin cinsiyetçi yükünü sorgulayan bir yaklaşımı yoktu. Türban meselesine yeniden dönecek olursak: Hangi sınıfa baktığımız da önemli. Cumhuriyet mitinglerinde, türbanı bir tehdit olarak görmek kadar, farklı bir sınıfın kültürünün kamusal alanda görünür hale gelmesine ve egemen sınıf-kültürün alanını paylaşmaya aday olmasına gösterilen tepkinin de rolü var. Bu, demin sözünü ettiğim, biz-onlar ayrımının kuşaktan kuşağa yeniden üretilmesidir. Bir zamanlar da kadınların çok çocuk doğurmalarına takılmışlardı! Bütün bunlar sınıfsal-kültürel dinamikler, ama bugün türban meselesinde yoğunlaşan, karmaşıklaşan bir çelişkiler yumağı söz konusu.
Peki, size göre türban ‘modernleşme’nin bir parçası, bir özgürleşme yolu mu?
Türbanı modernleşmenin bir parçası, bir özgürleşme aracı olarak görmüyorum; buna karşılık burada bir hak ihlali söz konusu. Bu kızların üniversite dışında tutulması düpedüz bir hak ihlalidir. Üniversite kapısında kişinin kılık kıyafetinin nedeni sorulamaz. Eskiden parka, sakal böyle simgelerdi, ve pekâlâ savunuyorduk… Ama sonuçta türban, kadın bedeninin denetlenmesinin bir aracı ve saldırgan erkek cinselliğinin onaylanmasıdır. Erkek, nefsine hâkim olmak zorunda olmadığı için kadın örtünmek zorunda. Kadınların kendi istekleriyle mi aile-erkek baskısıyla mı örtünmüş oldukları, türbanın bu anlamını değiştirmez. Sonuçta bir sürü durumda, egemenlerin pratikleri, söylemleri, dayatmaları, ezilenler tarafından içselleştirilir. Bu kadınların kendi istekleriyle örtünmüş olmaları da bunun çok özgür bir seçim olduğu anlamına gelmez; erkek egemenliğinin din dolayımıyla içselleştirilmesidir burada söz konusu olan. Ev kadınlarının kendi istekleriyle kocaları için paralanmalarından çok farklı bir şey değildir. Sonuçta bütün kadınlar şiddet tehdidiyle yapmıyorlar ev işlerini; çoğu orada kendi kimliğini görüyor, iyi ev işi yapmayı bir üstünlük olarak algılıyor. Şunu da eklemek isterim: Meselenin gelip dayandığı noktada, örtünmeyen kız öğrencilere, erkeklerden gelebilecek baskılar karşısında bir güvence sağlanması da gerekli hale geldi.
Peki bu nasıl olacak? Siyasal iktidara -iktidarlara-, anayasaya -anayasalara- güvenin olmadığı bir siyasal ortamda ve kültürde kim, nasıl, başı açıklara yasal güvence sağlayacak?
Çözümü hiç kolay değil bu meselenin... Öylesine yanlışlarla örülmüş bir süreç ki, yasal olarak doğruyu bulmak çok zor. Benim açımdan etik ve siyasal açıdan doğru duruş, bu kızların okuyabilmeleri, ama başı açık kızların da baskı görmemelerini savunmak.
Bir de kamusal alan tartışması var, bir uzlaşma yolu olarak, okula türbanla girmeleri, ama kamu hizmetine katılmamaları öneriliyor…
Ben kamu kesiminde de türbanın serbest olabileceği kanaatindeyim. Dinsel sembol taşımanın gerçekten sorun oluşturabileceği bazı mesleklerde, örneğin yargıçlık ve avukatlık için, meslek içi düzenlemeler yapılabilir. Öğretmenliğe gelince, ilköğretim ve lise düzeyinde değilse de, yüksek öğretimde öğretim üyelerinin türbanlı olmasının bir sakıncası olmadığını düşünüyorum. Üniversiteler, hocalarla öğrencilerin zaten birbirlerinin ideolojik yönelimlerini bildiği, bilip tartışmasının hiç de kötü olmadığı ve hocaların buna rağmen öğrencilere tarafsız davranmayı becerebildikleri yerlerdir, olmaları gerekir.
Tıpta okuyanlar, dini gerekçelerle bazı derslere girmiyor, ya da kadavrayla çalışmıyor, o zaman da eksik bilgileniyor; nasıl doktorluk yapacaklar?
Ama bunların türbanla doğrudan ilgisi yok ki. Böyle şeyler oluyor diye örtünen kadınlar cezalandırılamaz. Erkek hasta bakmayan kadın doktorun hekimlik haklarını engellersin. Bu mesleğin bir odası var ve bu da tabip odasının alacağı bir önlem. Ayrıca, şunu söylemeden geçmeyelim; aynı zihniyette, çok daha dayatmacı olan erkekler her alanda rahatlar. Bir erkeğin sakalı o kadar sorun yaratmıyor, ama kadının türbanı kavga nedeni oluyor ve aslında bugün erkekler kadınlar üzerinden siyasi mücadele veriyorlar.
Buradan feminizmin ana tartışmalarından birine, toplumsal-biyolojik cinsiyet konusuna geçebiliriz. Küçücük kız çocuklarını da türbana kapatmaları bize cinsiyetin toplumsal olduğunu göstermiyor mu?
Öyleyse ilkin toplumsal cinsiyet kavramına değinelim biraz. Bu kavram başlangıçta, cinsiyet rollerinin doğal-biyolojik cinsiyetten kaynaklandığı tezine karşı, bireylerin davranışlarının sosyalleşme süreçlerine bağlı, edinilmiş özellikler olduğunu savunmak üzere kullanılıyordu.
Giderek kadınlarla erkekler arasındaki çeşitli eşitsizlikleri bir kavram altında toplamanın bir aracı oldu. Artık kadınlarla erkekler arasındaki sistematik bölünmüşlüğün ilkesini sorgulayan bir kavrama dönüşmüştü. Hem bir toplumsal yapıyı, hem bu yapının yasalar aracılığıyla yeniden üretilmesini, hem de kadınların ve erkeklerin davranışlarının toplumsal cinsiyet üzerinden belirlenmiş olduğunu ifade ediyordu. Toplumun temel yapısında, ekonomik, hukuksal, siyasal ilişkilerde kök salmış bir egemenliği dile getirir olmuştu. Zaman içinde toplumsal cinsiyetin kavramsal içeriği zayıflatıldı, giderek toplumsal cinsiyet problematiği egemenlik problematiğinin karşısına konulmaya başlandı, erkek egemenliği kavramından uzaklaşıldı, bu kavram belli gerekçelerle reddedilmeye başlandı.
Neden?
Şöyle deniyor: “Erkek egemenliği kavramı kadınları pasif ve mağdur bireyler olarak kuruyor, oysa kadınlar toplumsal cinsiyetin kurulmasında aktif katılımcılardır. Aynı biçimde de direnme potansiyelleri vardır. Egemenlik kavramı bu direnme potansiyelini küçümser.” Oysa egemenlik altında olan, sömürü ve baskıya maruz kalan insanlar direnemez diye bir şey yok. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Bu yaklaşım çerçevesinde giderek ‘toplumsal cinsiyet’ bir toplumsal örgütlenme ya da düzenleme ilkesi anlamında kullanılmaya başlandı. Toplumsal yapıdaki kökleri daha az vurgulanmaya başlandı; kavramsal olarak, egemenlik, el koyma, tahakküm, baskı ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişki zayıflatıldı. Bugün, toplumsal cinsiyet, küçük kızların başını örtmek türünden bir düzenlemenin ilkesinin adı olmaya başladı; oysa ortada sürekliliği ve direngenliği olan bir patriarkal yapı var. Sonuç olarak da, bu yapının köklü dönüşümlerine dayalı bir kadın kurtuluşu anlayışından, kadınlarla erkeklerin konumlanışlarına, davranışlarına ilişkin farkındalık yaratmaya çalışan, daha müzakereci, daha ağırbaşlı bir feminizm anlayışına doğru gidildi. Feminizmin 2000’lerde geldiği yerlerden birinin bu olduğunu düşünüyorum.
Tam da bu noktada yapısökümcülere bakmamız gerekiyor, postmodernistlere göre kadın veya feminist gibi blok bir öznellikten söz edilemez. Çünkü öznellik her zaman parçalanmış, çoğul bir kimlik anlayışı gerektirir, yani kadın ve erkek ayrımı çok kaba ve yetersizdir. Postmodern yaklaşımda aklın sadece cinsiyeti değil, ırkı, milleti, sınıfı dini gibi türlü ayrışımları olduğundan yalnız kadınlara özgü bir epistemik ayrıcalıktan bahsedilebilir mi? Postmodern bilgi şüpheciliğinin feminizme nasıl bir katkısı olabilir?
Yapısökümünün, aydınlanma düşüncesinin mutlaklaştırdığı birtakım ikili karşıtlıkların eleştirisi, eleştirilme biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Eşitlik-farklılık, evrensel-yerel, kamusal-özel gibi ikiliklerin iki kutbunu birbirine karşı oynayarak ikiliği yerinden eden, dağıtan bir yöntem, bir anlayış. Örneğin, evrensel-yerel karşıtlığında, karşıt kutupların birbirini karşılıklı olarak tanımlayan anlamı dağıtılıyor, evrenselin evrensel, yerelin yerel olmadığı ortaya çıkıyor; yani, sabit karşıtlık yıkılıyor…
Oysa benim kanaatim şu ki, bu ikilikler aydınlanma düşüncesinin ya da modern düşüncenin kurguları değil, çok özgül bir toplumsal yapının, patriarkal kapitalizmin toplumsal örgütlenme biçimine tekabül ediyorlar. Modern düşüncenin yaptığı mevcut tarihsel-toplumsal gerçekliği betimleyen bu kavramları mutlaklaştırmak, yer yer doğallaştırmak. Biz bu toplumsal yapıya yönelmedikçe, ilişkilerin kendilerini sorgulamadıkça, yani ev emeğini kadınların karşılıksız emeği olarak ortadan kaldırmadıkça, ücretli emekle kadınların ücretsiz emeği arasındaki ikiliği aşmadıkça, iş gücü piyasasının erkek işleri-kadın işleri ayrımının aşılmasının yollarını bulmadıkça, kamusal alan-özel alan ikiliği kendini üretmeye devam edecektir. Bu ikiliklerse ancak kendilerini oluşturan evrenin dışından, bir başka toplum tasarımından esinlenen bir bakışla yıkılabilir kanısındayım. Yapısökümü bu dışarıdan bakışı, bu ‘öte’yi reddeden bir anlayış. Böyle olduğu ölçüde de, evet, yapısökümü faaliyetinin okunması çok zevklidir, ama o kadar.
Ayrıca ve ikiliklerin yerinden edilmesine bağlı olarak, yapısökümü evrensel kategorilerin evrenselliğinin sahte bir evrensellik olduğunu ileri sürer. Feminist yapısökümcüler bu kapsamda ‘kadın’ kategorisini yapısökümüne tâbi tutarak, tarihsel ve toplumsal özgüllüğü içinde bu kategorinin dağıldığını savunurlar: Kadın-erkek karşıtlığı içinde değil de, tarihsel ve toplumsal somutluğu içinde ele alındığında kadınlar arasındaki farklılıklar öne çıkar, onlara göre. Dolayısıyla, bir siyasal özne olarak ‘kadın’ kategorisinin gerçekliği yoktur; işçi kadınlar, burjuva kadınlar, beyaz kadınlar, siyah kadınlar, Kürt kadınlar, Türk kadınlar, Ermeni kadınlar lezbiyen kadınlar, heteroseksüel kadınlar vardır… Doğru, bütün bu kadın grupları vardır da, onların arasında politik olarak oluşturulabilecek köprülerin hiçbir nesnel temeli, kadınları feminizmin öznesi olarak kurmanın hiçbir imkânı yok mudur? Ve yoksa, feminizm nedir?
Tek bir kadın kimliği tanımlamak mümkün değil. Feminist söylemin özellikle toplumsal cinsiyet terimine yüklediği anlam itibariyle tüm kadınların deneyimlerini ortaklaştırdığı; ama bunu yaparken aslında beyaz, orta sınıf kadının deneyimlerini tüm kadınlara dayattığı, dolayısıyla da kadınlar arasındaki ırksal, etnik, sınıfsal vb farklı deneyimleri görünmez kıldığı söylemi mevcut... Bu, parçalanmışlığın temelini hazırlamıyor mu? Bu kimlikleri aşarak birlikte politika nasıl yapılabilir?
Ben ortak ezilmişlik üzerinde feminist politikayla kurulabilecek bir birliğe güveniyorum. ‘Kadın’ soyut bir evrensel, homojen bir kategori değildir, ama politika dolayımıyla kadınlar somut bir bütünlük, birlik oluşturabilir. Burada bir fark var: ‘Kadın’ı soyut bir evrensel olarak tasarladığımızda, kadın kimliği üzerinden varsayılan türdeş bir bütünden söz ediyoruzdur; farklı kadın gruplarının çıkarlarının politik düzlemde talepler olarak bir araya getirilmesini tasarladığımızdaysa, somut bir bütünü hedefliyoruzdur. Bu, kadın kimliğinin türdeşliğini, özdeşliğini varsaymaz.
Bu konuyu gündemdeki tartışmaya taşıyacak olursak, türbanlı kadınlarla nerede, nasıl ortaklaşılabilir, ortak çıkarlar nedir?
Diyelim, toplumun hiçbir alanından dışlanmamak. Bu onların da hakkı, örtünmeyenlerin de. Örneğin, onlar türbanlı oldukları için kamusal kesimde istihdam edilmiyor ve özel sektörde inanılmaz ücretlerle çalıştırılıyorlar. Örtünmeyen kadınlar olarak bizim de iş yaşamında maruz kaldığımız cinsiyetçiliğe örtünen kadınlarla birlikte karşı çıkabilmeliyiz. Tabii kadın bedeninin denetlenmesi konusunu da konuşabilmeliyiz.
Başkaldırı alanlarının genişletilmesini de konuşabilmeliyiz değil mi? Türbanlı kadınlardan kendileri gibi düşünen erkeklere tepki oldukça az, yazı yazan, kendini ve derdini bir şekilde ifade edenler de uzun soluklu tartışamıyor, bir şekilde susturuyorlar… Belki bu kadınların kendi cemaatlerinden kadın ve erkeklere diklenmeleri ve bir yüzleşme yaşamaları gerekiyor.
Bence bir kısmı dikleniyor, onların arasında da dayak yemeye, şiddet görmeye, bir dizi faaliyetten, alandan dışlanmaya karşı çıkanlar var. Benim Mimar Sinan’da bir öğrencim vardı, üçüncü sınıftaydı, türbanı yüzünden mezun olamadı. Sınıfın en başarılı öğrencilerindendi. İki çocuğu vardı; evlenirken kocasına, “Çocuk yapacağım, ama sonra üniversiteye gireceğim,” demiş. Pırıl pırıl bir kadındı ve Pazartesi okuyordu. Kaç tane başı açık kadın, evlenip, iki çocuk yaptıktan sonra üniversiteye gitme hakkını talep eder? Türbanlı kadınlar da özdeş değil tabii.
Kadın olarak dışlanmanın başı açık ya da örtülü bir farkı yok, ama bu dışlanmayı ifade, ortaklaşmayı talep etmekte giderek sessizleşiyorlar… Pek çok eylemde türbanlıları göremiyoruz, örneğin Irak’ın işgalinden hemen sonra yapılan mitingde Mazlum-Der’in pankartı altında yürüdüler de sonraki eylemlerde yoktular, ya da çok azdılar ve artık iktidarda AKP vardı…
AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte hem türbanlı kadınların konumlandırılması farklılaştı, hem Türkiye’de muhafazakârlık çok arttı. İktidar onları daha çok kullanıyor, erkekler onlar üzerinden iktidar savaşı yapıyor ve özgür eylem potansiyelleri daha da sınırlanıyor. Ama türbanlı kadınların son bildirisi bu gidiş karşısında bir duruşu ifade ediyor.
Kürt hareketinde de 90’lı yılların ilk yarısında yaşanan ilk ateşkese kadar kadınlar eylemdeydi, sokaktaydı, politika yapıyordu, ateşkesle birlikte kadınlar yeniden evlerine kapatıldılar. Bu süreçte çok bocaladıklarını biliyoruz…
Bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde ve savaşlarında, kadınlar ya sembol ya da bir güç olarak kullanılıyor, sonra yeniden evlere gönderiliyor. Çıkış yolu, feminist bir talepler dizisi oluşturabilmekten geçiyor…
Zaman zaman aynı dili konuşabiliyoruz, türbanlılarla da diğer kadınlarla da, ama konuştuğumuz dil ne kadar kadın dili?
Farklı bir dil, erkek egemen politikanın ve patriarkal kapitalist düzenin yarattığı sosyal bölünmeleri aşacak politik taleplerden oluşur. Benim için dil, kadınların ortaklaşmasını sağladığı sürece farklı ve feminist. Hiçbir kadının sorununu ikincil saymayan, o kurban, ya da o benden daha çok eziliyor diye konumlandırmayan bir politika ve dil…
Kadın şair, kadın yazar, kadın yönetmen, kadın politikacı... Her şekilde vurgu yapılan bir kadın kavramı var. Bazı kadınlar vurgulanmasını, bazıları bu vurgunun kalkmasını istiyor...
Bana vurgulanması anlamlı geliyor. Edebiyattan politikaya her alan erkeklerin hayat pratiğine göre yapılanmış alanlar. Dolayısıyla, kadınlar buraya ezilmişlik ve dışlanmışlık konumunun getirdiği bazı avantajlarla giriyorlar. Bir kadın, kadınların desteğiyle ve kadın talepleriyle politikaya girmişse, o güne kadar politikada görünmez olan, politika dışı bırakılan bazı sorunları da beraberinde getiriyordur. Aynı biçimde, bir kadın edebiyatçının da, o güne kadar erkeğin egemen bakış açısıyla konumlanmış insanlık hallerini, ezilmiş olanın gözüyle, farklı bir biçimde konumlandırması mümkün ve bu bir avantaj olabilir. Bu açıdan kadın olmanın vurgulanması bana ters gelmiyor. Ama bu, kadın özüne gönderme yapacak biçimde, örneğin yer yer Latife Tekin’in yaptığı gibi yapıldığında, ben kendimi uzak hissediyorum. Kadın duyarlılığı dediğimiz şey, ezilmişliğin getirdiği bir şey aslında; çok yüceltilecek bir yanı yok.
Feministler bir feminist parti kurulması fikrini dillendirmeye başladılar, bunda karma partilerde yaşanan deneyimlerin, hayal kırıklıklarının da etkisi büyük… Sizce feminist bir parti mi kurmalı, karma yapılarda mı yer alınmalı?
Tüm karma yapıları terk etmek bana doğru gelmiyor, ama bir yandan da, güçlü, özerk bir feminist hareket olmadıkça, feministler olarak bu karma gruplara katılındığında daha beter dağılmalar yaşanıyor. Dışarıda güçlü bir feminist hareket varsa, oradan alınan güçle karma grup içindeki konumu da farklı olabiliyor kadınların. Şimdiki halde, ben özerk feminist yapıların oluşturulmasının en önemli görev olduğunu düşünüyorum. Anti-kapitalist bir feminist partiye (ama kadın partisi değil, bu çok önemli) ilke olarak karşı değilim, ama böyle bir partinin güçlü bir feminist hareketin içinden doğması gerekir bence. Şu anda öncelik böyle bir hareketin oluşturulmasında olmalı bence.
Feminist hareket nerede tıkandı peki?
Feminist hareket 80’lerde ilk çıkışında, dayağa karşı, cinsel tacize karşı, TCK’nın fahişelere tecavüzde ceza indirimi öngören maddesine karşı kampanyalar düzenlemişti. Kampanyalar belli bir sorun etrafında çeşitli faaliyetler dizisi olarak örgütleniyordu ve bir süreye yayılıyordu. Bu süreç aynı zamanda katılımcıların da kendilerini dönüştürdükleri bir süreç olarak tasarlanıyordu. Örneğin, cinsel tacize karşı kampanya üç evre halinde tasarlanmıştı: Sokakta, işyerinde ve evde cinsel taciz, bu sıra içinde, daha kolay olandan başlanıp daha güç olanına doğru gidilerek gündeme getirilecekti. Bu süreçte katılımcıların da güçleneceği ve karşı çıkılması en güç taciz biçimi olan ev içinde yakınlardan gelen tacize de direnecek duruma gelecekleri düşünülmüştü. Kimse kimseyi aydınlatmıyor, kurtarmaya soyunmuyor, kadınlar kendi kurtuluşlarını örgütlüyorlardı. Bu kampanyalar, her kesimden kadının katılabileceği biçimde, bu açıdan açık uçlu olarak tasarlanmıştı. Yapılan faaliyetler çeşitliydi. Kimi panele gider, kimi birahane basar, kimi yürüyüşe, kimi şenliğe gelir, ama farklı kesimler katılır diye düşüyorduk ve böyle örgütlenmiştik.
Bence bunlar feminist politikanın kilit noktalarıydı ve burada bir kolektif politik özne olma anları, durumları yakalanıyordu diye düşünüyorum. 1990’lara gelindiğinde bir kurumsallaşma dönemi başladı. Bu kurumsallaşma bizi ille de çıkmaza sürüklemeyebilirdi, fakat kurumsallaşmanın ötesinde bir STK’laşmaya dönüştü süreç. Etkin olmakla politika yapma arasında bir gerilim oluştu. STK’laşma ne demek? Devlet ve özel sektör arasındaki bir müzakere sürecinde üçüncü taraf olmak demek. Bunun dolayımı da projeler ve lobicilik. Projeler, gerek projeyi sürdüren, gerek projenin ‘konusu’nu oluşturan kadınlar açısından, katılımcı sayısını kaçınılmaz olarak sınırlayan faaliyet biçimleri: Bir projeyi sürdürmek özel becerileri gerektirir; projelerin ‘konusu’ olan kadınlar ise, dar bir sorun etrafında tanımlanmış (örneğin, kadınların okur-yazarlığı) ve yerel erişilebilirlik açısından da sınırlı sayıda kadındır.
İkincisi, projeler konuyu dar tutmak, sorunu parçalara bölüp öyle ele almak zorundadır. Sonuç olarak, projeler aracılığıyla sürdürülen bir feminizmin bu kısmileştirilmiş sorunlara parça bölük, kısmi çözümlerle yetinmesi, sosyal hizmet ve yardım faaliyetine dönüşmesi hiç zor değildir. Bunu neo-liberalizm ve AKP’nin sosyal politikayı özel sektörün ve STK’ların sosyal yardım faaliyetlerine indirgeyen politikaları bağlamında düşündüğümüzde durumun ne kadar kaygı verici olduğunu daha iyi görebiliriz. Tabii ki bütün projeler böyle değil, KAMER gibi bir örnek var, ama o Güneydoğu’nun dinamiklerinden beslenen, projeciliği aşan bir hareket haline geldi. Ama genel olarak, feminizmin kampanyalar dönemindeki, kadınların katılımı açısından açık uçlu, katılımcıların kendilerini de dönüştürdüğü, biz ve onlar ayrımını getirmeyen ve patriarkayı, iç bağlantılarını da kurarak bir bütün olarak hedefleyen anlayışından uzaklaşıldı. Kadınların feminist politika dolayımıyla kolektif özne olarak davranma potansiyelini yer yer yakalamış olan dinamik yitirildi.
Son iki yıldaki kampanyalarla bu süreç yeniden yakalanmadı mı sizce?
En son kampanyalarda, Dayağa Karşı Dayanışma kampanyasının 20. yılı vesilesiyle yapılan kampanyada, 2007 Temmuz seçimlerindeki vesikalı kadınlara destek kampanyasında, Novamed’li kadınlarla dayanışma kampanyasında, yeni Mor İğne kampanyasında ve SSGSS yasa tasarısı bağlamında sürdürülen kampanyada bu çıkmazı aşma olanağının bir ölçüde yakalandığını düşünüyorum. Açıklamaya çalıştığım anlamda feminist kampanyalar bunlar. 1989 yılında yapılan fahişelere tecavüzde indirime karşı kampanya aslında fahişelerle dayanışma kampanyasıydı, ama fahişelerde bir hareketlilik olmadığı için çok sözde kaldı bu dayanışma.
22 Temmuz seçimlerindeyse kendileri harekete geçen vesikalı kadınlar söz konusuydu, feministlerin yaptığı bu dayanışma dinamiğini yakalamak oldu. Biz-onlar ayrımı yapılmadan, vesikalılar ve evlilik cüzdanı sahipleri arasında bir buluşma gerçekleşebildi. Vesikalıların talepleri daha genel bir patriarkal düzene karşı muhalefetle bütünleşti, vesikalılar için yıpranma payı istendi, meslek hastalıkları konusunda taleplerde bulunuldu, istendiğinde vesikaların iptali talep edildi. Burada feminist militanlardan, aktivistlerden farklı konumlardaki kadınlarla nasıl bir dayanışma kurulduğunun iyi bir örneğini gördük. Orada bir hareketlilik varsa, bu buluşma olabiliyor; sen dışarıdan bir aydınlatıcı, başkalarını politize edici kimliğiyle gittiğinde hiç de bir şey olmuyor.
Keza Novamed grevinde de feministler oradaki hareketliliğe yanıt verdi. Grev vardı ve kadın işçiler söz konusuydu. Sonuçta, greve patriarka ve kapitalizme karşı bir kadın dayanışması boyutu katıldı. Dayağa karşı dayanışma kampanyasının 20. yılı kutlamalarında ve Mor İğne kampanyasındaysa Hürriyet’in şiddete karşı kampanyasına iyi bir alternatif getirildiğini düşünüyorum. Hürriyet’in kampanyasında kadına yönelik şiddetin öznesi belirsiz; kadının çocuğuna yönelik şiddeti de, aile içi şiddet olarak aynı çerçevede ele alınıyor. Ve mesele gelip kadınların da erkeklerin de eğitilmesine, ‘farkındalık’ kazanmasına dayanıyor, oysa Dayağa Karşı Dayanışma ve Mor İğne kampanyalarında kadınlara yönelik şiddetin erkek şiddeti olarak adı konuyor ve kadınların bu şiddet karşısında kendi sığınakları sayesinde, gerekirse (sembolik olarak) silahlanarak güçlenmeleri savunuluyor. Bu tür kampanyalar, feminist politikaların ayırıcı özelliklerinin yeniden yakalanmış olması anlamına geliyor ve bana umut veriyor.
Bir kampanya da Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasa tasarısı üzerine… Tasarının geri çekilmesi isteniyor, yenisi için de önerilerde bulunuluyor…
SSGS yasa tasarısı kadınların ev içinde harcadıkları karşılıksız emeği tümüyle yok saydığı için, feministler olarak bu tasarının geri çekilmesi gerektiğini söylüyoruz. Tasarıda bir yandan liberalizmin cinsiyetsiz soyut eşitliğine sığınılarak emeklilik hakkı kadınlar ve erkekler için ileri çekiliyor, bekâr kadınların babaya bağlı sağlık güvencesi sona erdiriliyor, yetim maaşı kız ve erkek çocuklar için erkeklerle eşitleniyor. Bunlar asılında eşitlik maskesi altında kadınları evliliğe daha çok mahkûm edecek düzenlemeler. Öte yandan, sağlık ve eğitimin özelleştirilmesi bağlamında kadınların ev içindeki karşılıksız emeğinin artacağı açık. SSGSS tasarısının tüm mantığı, sosyal politikaların bireyselleştirilmesine ve kapsam dışı bırakılan, kayıt-dışı işlerde çalışan ve ev kadınlığı yapan kadınların, özel kuruluşların ve STK’ların sosyal yardım projelerinin müşterileri haline getirilmesine dayanıyor. Bu bağlamda, feministlerin talepleri arasında, karşılıksız ev emeğinin karşılığı olarak, cinsiyete dayalı yıpranma payı, fiili hizmet zammı, erken emeklilik, ücretli bir işte çalışmayan kadınlar için kocaya ve babaya bağlı olmayan ücretsiz sağlık güvencesi ve emeklilik hakkı ve kayıt-dışı işlerde çalışan kadınlar için sosyal güvenlik hakkı var.
Bu taleplerde, çok geniş bir kadın kesiminin gereksinimleri birleştiriliyor; öte yandan da bu sosyal haklar cinsiyetsiz vatandaşlık hakları olarak değil, esas olarak kadınların vatandaşlıklarının farklı biçimde kurulmasına yol açan karşılıksız ev emeğinin karşılığı olarak talep ediliyor. Kısacası, bir yandan yukarıda sözünü ettiğim, kadınların katılımı bakımından açık uçluluk burada da gözetilirken, diğer yandan da soyut bir evrenselciliğe düşülmeden, sosyal haklar cinsiyetlendiriliyor. Toplumsal kaynakların erkeklerle kadınlar arasında yeniden dağılımını öngören bu talepler böylece patriarkal çıkarları hedef almış oluyor. Bu nitelikleriyle son dönemde yapılan diğer kampanyalarla bir süreklilik içinde bu kampanya da.
Toplumsal cinsiyeti konuşurken yine bugünün sorunlarının içine düştük; bıraktığımız yerden toparlarsak, özel-kamusal ayrımının ve buna bağlı olarak toplumsal cinsiyetin ortadan kalkmasının, kadın kurtuluş mücadelesinin ayrıcalıklı bir hedefi olduğunu konuşmuştuk… Ancak Judith Butler sadece toplumsal cinsiyetin değil, biyolojik cinsiyetin de verili bir gerçeklik olduğunu söylüyor. Biz kadın olarak doğmuyor muyuz?
Toplumsal cinsiyet kavramı ilk ortaya atıldığında, bunun biyolojik cinsiyetten ayrışan ve toplumsal dolayımlarla kurulan, ama biyolojik cinsiyet ikiliği üzerinde yükselen bir ikilikçi düzeni dile getirdiği ileri sürülüyordu. Yapısökümcüler bunu tersine çevirdiler, ve biyolojik cinsiyetin toplumsal cinsiyetin bir sonucu olduğunu, erkekler ve kadınlar diye, üreme fonksiyonu ekseninde kutuplaşmış biyolojik iki insan grubu olmadığını, bunun toplumsal cinsiyet söyleminin oluşturduğu bir kategorileştirme olduğunu öne sürdüler.
Örneğin, Butler’a göre, biyolojik cinsiyet ayrışması, toplumsal cinsiyetin, yani iktidar söylemlerinin bedende somutlaştırılmasıdır: İktidarın dayattığı davranış-varoluş biçimleri tekrarlarla, gösterisellik (performativity) aracılığıyla bedende maddeselleşir. Dolayısıyla da üreme ekseninde ayrışmış, karşıt, geçirgen olmayan, kendi içinde bütünlüklü iki kategori varmış gibi görünür. Biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyetin bedene işlettiği bir şeydir. Kız çocuğu doğduğunda ne yaparız? Hemen üreme organlarına bakar, onu kategorileştirir, sınıflandırır, sonra da pembelere bezeriz. Bu kadarı doğru: Bu, kız çocuğunu toplumsal cinsiyetlendirmedir. Ama Butler bununla yetinmez. Ona göre, kız çocuğunu, kız olarak adlandırarak, böyle kategorileştirerek biyolojik cinsiyet olarak da kurarız. Bundan sonra gösterisellikle sabitleşir bu cinsiyet. Biyolojik cinsiyet onu inşa eden politikadan ayrılamaz.
Benim bu açıklamayla sorunlarım var: Kız çocuğunun, bizim onu adlandırdığımızın ötesinde de bir varlığı vardır, bizim atfettiğimiz toplumsal cinsiyetten ibaret değildir kız çocuğu. Butler’ın yaklaşımında, nesne, öznenin nesneye ilişkin algısından, bilgisinden, anlamlandırmasından ibaretmişçesine ele alınıyor. Oysa kız çocuk her zaman bizim onu etiketlediğimizden fazla, onun ötesinde bir şeydir. Yani nesnenin her zaman bir fazlası vardır. Kuşkusuz, biyolojik cinsiyet de tümüyle ve sadece doğal değildir ama nesnel ve aşılamaz bir imkânlar ve kısıtlamalar toplamıdır, aynı zamanda. Kadınlar için örneğin regl hali ya da doğurmak nesnel bir gerçekliktir.
Bunlar biyolojik anneliğin yüceltilmesini, annelik ideolojisini ve bunlara dayalı toplumsal cinsiyet ilişkilerini gerektirmez, ama toplumsal cinsiyet düzeninin oluşmasını mümkün kılan bir zemini oluşturur. Öte yandan, üreme odaklı bir ikili karşıtlıktan, biyolojik cinsiyetten hareketle ve kadın ve erkek bedenleri arasında bir tamamlayıcılık olduğu söylemiyle heteroseksizmin karşı cinselliği mutlaklaştırdığı da doğru. Ama bu yapıyı yıkmanın ön koşulu biyolojik cinsiyet ayırımını yıkmak değil bence. Cinsellikle cinsiyeti ayırmanın başka yolları da olduğunu düşünüyorum.
Butler, öznenin oluşumundan söz ederken yasanın bizi işgal ettiğini ama bizim de onu işgal edebilirlik kazandığımızı belirtir: “Yasanın dayattığı normu sahiplenebilir ya da sahipleniyor gibi yaparak ihlal edebiliriz. Farklı bir biçimde tekrar ederek saptırabilir, yıkabiliriz. Normla oyun oynayabiliriz.” Bunu da taklit yoluyla yapmayı önerir. Öznenin yasa tarafından kurulmuşluğundan çıkış imkânı sadece taklitte aranabilir mi?
Butler’a göre, kendisi de baskı ve dışlama yoluyla tekrarlanan bir taklit olan biyolojik cinsiyeti yapısökümüne uğratmanın yolu taklidin taklididir; kurgusal, yapay olan cinsiyetin abartı ve parodi yoluyla kurgusallığının sergilenmesidir. Böylece cinsiyet sınırları ihlâl edilir, erkeklik ve kadınlık abartıları ve parodileriyle cinsiyetli bedenlerin doğal olmadığı ortaya konur. Travestilik, transseksüellik, drag gösterileri, bu ihlâlin, cinsiyetlerin çoğullaştırılmasının örnekleridir. Bu çoğaltmada eşcinsellik ve karşıcinsellik kategorileri de dağılmıştır artık.
Queer politikanın bu çok özet anlatımından aslında şu ortaya çıkmış olmalı: Çokkültürcülüğe koşut bir politik anlayış söz konusu burada: Toplumsal ilişkilerin olduğu gibi varlığını sürdürdüğü bir bağlamda, yerel-bedensel özelliklerin özgürce yaşanması adına, bu bedenlerin vitrine çıkarılmaları, metalaşmaları riskinin çok gerçek olduğu kanısındayım ben. Nitekim, heteroseksizm-patriyarka-kapitalizm üçlüsü çerçevesinde bu ihlâli hep fuhuş tuzağı beklemiyor mu? Toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin, erkek egemenliğinin ve buna bağlı heteroseksizmin ne kadar derinlerde kök salmış olduğunu, ne kadar güçlü nesnel temellere dayandığını göz ardı ediyor bu yaklaşım. Mandy Merck’ün ifadesiyle, “Michael Jackson ırk olgusunu ne kadar aşıyorsa travesti parodiler de toplumsal cinsiyet hiyerarşisini o kadar aşar…”
Öte yandan, transseksüelliğin bir ihlâl mi, yoksa mevcut toplumsal cinsiyet düzeni içinde toplumsal cinsiyet kimliklerinden birini tutarlı biçimde yaşama arzusu mu olduğu da çok kuşku götürür. Nihayet, Butler cinsiyetli bedenlerin, toplumsal cinsiyet iktidarının dayatmalarının tekrarlanarak bedenlerde sabitleştirilmesi olduğunu söylediğinde bir toplumsal cinsiyet iktidarını varsayıyor. Sadece baskı ve dışlama yoluyla özneleşme sürecini açıklıyor ama baskının, hiyerarşinin, egemenliğin kendisini açıklamıyor. Onun teorisinde toplumsal cinsiyet, kaynağı açıklanmayan bir norm.
Peki, cinselliğin geleceğine ilişkin öngörünüz ne, heteroseksüel kuşatmaya, baskıya rağmen gayler, lezbiyenler kendilerini var kılıyorlar, direniyorlar, kalın bir muhafazakâr örtü yeniden sarmazsa, sizce, gelecekte, kadın ve erkeği nasıl bir cinsellik bekliyor?
İnsan cinselliği nesnel olarak üremeden kopuk bir şey. Hayvanlardan farklı olarak, insan dişisinin sevişebilmek için östrojen salgılaması gerekmiyor. İnsanların önünde, üremeye yönelik olmayan geniş bir imkânlar yelpazesi var. Dolayısıyla da insan cinselliği potansiyel olarak çok biçimli, açık uçlu bir cinsellik, hem cinsel eşler bakımından, hem bedensel ve zihinsel potansiyeller bakımından. Bu niteliğiyle de her tür oyuna, fanteziye, keşfe açık. Ama egemenlik ve sömürüye dayalı bir dünyada, bunun özgürce oynanan bir oyun olmaktan çıkması işten bile değil. Bu çok boyutlu potansiyelin gerçekleşebilmesi için önümüzde daha verilecek çok mücadele var.
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
20.04.2019
Çok değerli bir eserKadının, aslında yaşamın her alanında olan ama ele alınmayan emeğini tarihsel süreç içerisinde anlatan yazılardan oluşan, her sayfası bilgi dolu bir kitap. Kitabı hazırlayanlardan biri, Türkiye’deki feminist literatürün en önemli isimlerinden olan Gülnur Acar Savran. Ne güzel ki, bu coğrafyada ‘kadın kimliği’ konusunda nitelikli eserler veren Gülnur Acar Savran, Fatmagül Berktay, Aksu Bora, Duygu Asena, Serpil Çakır gibi çok değerli yazarlar var. Kadınların toplum içerisindeki konumunu anlamak isteyen herkesin okuması gerekli.