Drago Jancar ile Röportaj

Drago Jancar ile Röportaj

Dedalus Kitap sayesinde pek çok eserini okuma şansı bulduğumuz Sloven romancı Drago Jancar ile onun yazın hayatını etkileyen unsurları, Avrupa edebiyatının gidişatını ve modern Türk edebiyatında en çok ilgisini çeken isimleri konuştuk.

Söyleşi:
Damla Menteş, Baran Güzel

Türkçesi: Neşe Ay Başman 

Türkiye’deki okurların sizi daha iyi tanıması için soruyorum. Öykü, roman, deneme ve tiyatro oyunu gibi türlerde eser veren çok yönlü bir yazarsınız ve çok üretkensiniz. Birçok farklı türde yazarken motivasyonunuz nedir?
Deneme, daha ziyade sosyal ya da estetik bir cevap, bir yankıyla sesleniş, bir nevi “paralel dile getiriliş”tir benim için. Diğer edebi türlerde ise gerçekten yazdığımı hissederim, yazı hayatımın bir parçasıdır, yazı hayattır. Yazmaya koyulduğumda ve Joyce’un Öğrencisi hikayemdeki karakterlerin “anlatı tutkusu” olarak ifade ettiği güdüye kapıldığımda, karakterleri, hikayeyi, sorunu, konuyu şu veya bu şekilde kelimelere dökerken, edebi çerçevenin kendiliğinden şekillendiğini görürüm.

Doğup büyüdünüz coğrafyaya –Slovenya– baktığımızda ülkenizin siyasi açıdan çalkantılı dönemler geçirdiğini görüyoruz.  Önce totaliter sonra da demokratik bir yönetim altında yaşadınız. Bunun sonuçları edebiyatınızı ne ölçüde etkiledi?
Demokrasinin günümüzde geldiği yeri beğenmeyenler var. Gerçekten de demokrasinin gitgide daha fazla kapitalist lobiler tarafından kuşatıldığına, popülist yaklaşımlar ile piyasa kaygılarının ağırlık kazandığına tanık oluyoruz. Slovenya’da ve Avrupa’daki politik yapıların her zaman ihtiyaca cevap vermediğini görmekle birlikte katı ya da az çok sulandırılmış bir diktatörlüğün karşılaştığımız sorunları daha iyi çözebileceğine inanmıyorum. En kötü rüyamda bile ne türü olursa olsun diktatörlüğü demokrasiye tercih etmem. Winston Churchill’in mizahla ifade ettiği sözü hala geçerlidir: “Demokrasi toplumsal çözümler içinde en kötüsü olduğu halde daha iyisi bulunamamıştır”.

Türkiye’de Dedalus Kitap Yayınları tarafından yayımlanan Kürek Mahkûmu, Adsız Ağaç ve O Gece Gördüm Onu gibi romanlarınıza baktığımızda Orta Avrupa tarihinin metinlerinizde önemli bir yer tuttuğunu fark ediyoruz. Tarihi yorumlarken nesnel bir tavır takınıyor musunuz? Siyasi olarak kendi tarihinizi nasıl yorumluyorsunuz metinlerinizde?
Orta Avrupa madalyonun iki tarafını da görmüş, benzemez kültür ve yapıda insanları barındırmıştır. Bu bölgede yaratıcı potansiyel ve hoşgörü kültürü, milliyetçi ve sosyal nefret, yıkıcı hoşgörüsüzlük ve şiddet bir arada olagelmiştir. Bu tür ikiliklerin her an ortaya çıkabildiği böyle bir coğrafyada yaşadığınızda karşıt deneyimlerden kaynaklanan beklenmedik sürprizlere alışıyorsunuz. Ömrünüzü ücra bir köyde geçirseniz bile, “tarih”in müdahalesine maruz kalabiliyorsunuz: Daha iyi bir dünya yaratma misyonunu yüklediklerine inanmış üniformalı insanlar giriveriyor hayatınıza. Sonunda geride cesetler, yakılıp yıkılmış şehirler, yaralı ruhlar bırakırken, hayatlarının sonuna dek bütün bu olanların hangi amaca hizmet ettiğini anlayamamış oluyorlar. İki dünya savaşı, bir devrim ve geçtiğimiz yüzyılın sonunda Yugoslavya’nın kanlı çöküşü. Benim neslim artık bir savaş görmeyeceğine inanıyordu. Oysa Yugoslavya’nın ve rejimin dağılmasıyla kendimizi savaşın ortasında bulduk. Slovenya kısa sürede atlattığı halde Bosna ve Hırvatistan kanlı bir süreç yaşadı: ölümler, yangınlar, mülteci sorunları ve savaşın getirdiği bütün felaketler! Tarihin sonu gelmeyeceğini düşünüyorum. Fukuyama’nın sözünü ettiği liberal modelin galip gelmesiyle tarihin sonlanacağına inanmıyor, saçma buluyorum. Tarihin sonu yoktur. Yarın ne olacağını bilemeyiz.

Roman ve öykü kahramanlarınızla aranız nasıl? Onları nasıl gerçekleştirirsiniz? Onlarla çalışırsınız?
Bu soruya net bir cevap veremem. Kendime ve başkalarına dair hikayeler anlattığımı söyleyebilirim. Yalnızca eserlerimde zaman zaman kaotik bir dünya öne çıkabilir ama o dünyada insani tutkular, hayal kırıklıkları, yanılgılar, korku, cesaret, aşk ve nefret vardır. Bütün bunlar hem gerçek hayattan hem de hayalimden beslenirler. Ve elbette yazma süreci boyunca olaylar planladığım gibi gelişmez, başka yönlere evrilirler.

Avrupa edebiyatının gelişimini ne düzeyde değerlendirirsiniz? İçerik ve biçimde değişikliler mi var? Yoksa bir üretim ya da nitelik azlığı mı söz konusu?
Günümüzde tanımlanmış estetik kriterlerin erozyona uğradığını, yüzeyselliği, kolay okunurluğu, “çok satan”lığı ödüllendiren ticari edebiyatın öne çıkarıldığını gözlemliyorum. Gitgide artan sayıda yayınevi editörünün eskiden benimsenen, uzun uğraşlara, cesarete prim veren edebi değerlerden uzaklaştığını görüyorum. Sadece yayınevleri değil, yazarlar ve eleştirmenler de niteliği ticari başarıyla eş tutuyorlar, kültür yerini kültür endüstrisine bırakıyor. Her şeye rağmen hala daha geniş ve daha derin bir edebi manzaranın değerine, tek bir insanın tarihini anlatan edebiyata gönül veren birçok okur ve yayıncı var.

Post-modern edebiyatı nasıl değerlendiriyorsunuz? Onun imkanlarından faydalanıyor musunuz? Ya da varlığına inanır mısınız?
Doğrusunu isterseniz “post-modernizm”e inanmıyorum. Buna karşılık, açık bir anlatım olmamakla birlikte, bir Fransız eleştirmenin bana yakıştırdığı “Post-egzistansiyalist” sıfatını bir dereceye kadar kabullenebilirim. Derdim, dünyanın ve hayatın çelişkilerini etkin bir edebi dille ifade edebilmektir. Bu sebeple “izm”lerden uzak dururum.

Öykülerinizde romanlarınızın aksine eğlenceli, alaya alan bir dil var. Örneğin Kehanet’teki bir öykünüzde askeri kışlada bir tuvaletin kapısına yazılmış bir slogan bütün ülkede kargaşaya sebep oluyor, öykü absürt bir yere doğru gidiyordu. Romanlarınızda ise çok daha ciddi bir ton var. Bu iki tür arasındaki yaklaşım farkını nasıl açıklarsınız?
Sözü geçen hikayenin konusu yıllarca önce Sırbistan’ın güneyinde askerliğimi yaparken karşılaştığım gerçek olaylara dayanmaktadır. Söylediğiniz gibi, hikayenin absürd yönünü metaforik olarak öne çıkardım. Daha önce başka bir vesileyle de dile getirdiğim gibi, Alman bir eleştirmen, cömert bir yazar olduğumu, hikayelerimden aslında yüzlerce sayfalık romanlar çıkarabileceğimi söylemişti. Haklı olabilir, hikaye yerine daha fazla roman yazmalıyım belki de. Aslına bakılırsa roman bütüncül edebi türdür, bütün diğer anlatım şekillerini bünyesinde barındırır: hikaye, epik bir tema, şiir, diyaloglarla beslenen bir olay örgüsü, hatta bazen bir deneme. Şahsen kendimi olanca gücümle ifade edebildiğim tür romandır. Roman benim için zaman ve mekanda epik bir yolculuktur.

Sanırız Kuzey Işıkları da tekrar yayımlanacak. Böylelikle O Gece Gördüm Onu ile birlikte Türkçede çevrilmiş kitap sayısı altı oldu. Ben Modern Türk edebiyatı hakkında fikrinizi merak ederim açıkçası.
Her şeyden önce eserlerimi okuyup çevirilerini yaparak Türk okuruna tanıtan Sina Baydur’a, çevirmen Neşe Ay Başman’a ve genç, açık fikirli yayıncım, kendisi de yazar olan Sedat Demir’e şükranlarımı dile getirmek isterim. Onlar sayesinde, zaman içinde yakından tanıdığım Türkiye’de kendimi evimde hissettim. Son yıllarda Orhan Pamuk’un Slovenceye ve İngilizceye çevrilen bütün eserlerini okudum. Yaşar Kemal’in hayata dair derin bilgisine hayranım. Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’yi büyük bir ilgiyle okudum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı eserii Türk modernizmini yansıtması açısından benim için hoş bir sürpriz oldu. Verimli yazar Mehmet Baydur’un iki eserindeki canlılık ve derinlikten etkilendim. Edebiyat dergilerinde karşıma çıkan bazı genç yazarları Slovence, İngilizce, Almanca çevirilerinden okuma fırsatı buldum. Hepsine tek bir söz söyleyebilirim: J. W. Goethe’nin ifadesiyle: Weltliteratur.

                                                                                                                             

1 ADET
    x

    6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca hazırlanmış aydınlatma metnimizi okumak ve sitemizde ilgili mevzuata uygun olarak kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak için lütfen tıklayınız.