Okumanın Halleri:
Başkaları
SIRMA KÖKSAL
Flaubert’in Papağanı adlı kitabında Julian Barnes, kahramanın ağzından şöyle der:
Size eleştirmenlerden neden nefret ettiğimi açıklayayım. Hep ileri sürülen nedenlerden değil; yani görüşüm ne yaratmayı becerememiş kişiler oldukları (bu genellikle doğru değildir; eleştirmeyi beceremeyen kişiler olabilirler, ama o başka şey) ne de her şeyde kusur bulmaya hazır, kıskanç ve kendilerini beğenmiş oldukları (bu da genellikle doğru değildir; tersine, onları gereğinden fazla cömert olmakla ve gizli derinlikleri görme güçlerini göstermek için, ikinci sınıf oldukları açık yapıtları hak etmedikleri bir biçimde yüceltmekle suçlamak daha doğru olur).
Aynı kişi, Oxford Üniversitesinden bir öğretim üyesinin Madam Bovary’nin göz rengi konusundaki yazısından bir alıntı yapar ve bu alıntıda, Emma’nın gözlerinin kitabın farklı bölümlerinde farklı renklerle anlatılmış olduğu yazılıdır. Kitabın kahramanı, Flaubert’i savunur, Emma’nın gözlerinin kitabın birçok yerinde başka renklere çalışıyla betimlenişini alıntılarla açıklar ve saygıdeğer öğretim üyesine de “şöyle ya da böyle, birçok kez havagazı parasını ödeyebilmesini sağlamış bir yazara karşı burnu büyük bir umursamazlık” içinde olduğunu hatırlatır. Kahramanımız, bu eleştiriyi okuyana dek Emma’nın gözlerinin rengine pek de aldırmamıştır, okuyunca dikkat eder ve bu dikkatsizliğinin kitaba yönelik tutkusunda hiçbir şey değiştirmediğini söyler. Aslında esas savunduğu şey sıradan ve tutku dolu bir okurun unutma iznidir yani, metinleri didikleyerek kusur bulmakta ustalaşmadan, tutkuyla metnin peşine takılma hakkı.
Ortaya “Okumanın Halleri” diye bir fikir attığımda aslında benim kafamda olan da, kendi okuma serüvenimden başka bir şey değildi. Özgeçmişimi yazmaya kalksaydım da yapacağım bundan başka bir şey olmazdı zaten, okuduğum kitapların –okunuş sıralarıyla– bir listesini çıkarırdım, yanlarında da –o sıralarda– dinlediğim müzikler, gördüğüm bazı resimler yer alırdı. Gerisi büyük çoğunlukla çöpe gidebilirdi, bunun için de hiç içim sızlamazdı. İsteğim şeyi ne kadar hakkıyla yapabiliyorum bilemem ama, ara sıra sevdiğim yazarlara layık bir okur olmadığım korkusuna kapılıyorum. Kendimi yüzlerce yıllık malikânelerin pek işe yaramayan bekçileri gibi hissettiğim böyle zamanlarda, esas kaygı nedense hiçbir zaman “yaratıcı” bir şey yazmamak değil. İnsan on altı yaşında –ve o yaştaki herkes gibi bir parça olsun şairken– eleştirmenleri küçümseyebilir. Ama sevdiği yazarları her şeyden çok sevdiğini anladığında ve bütün sevdiği yazarların da aslında kendi sevgili yazarlarına yazmış olduklarını fark ettiğinde, eleştirmen olmaya gönül indirebilir. Ama bir şartla, eleştirmenliğin tanımını kendince yeniden yaparak. Öncelik sıralamasının başına yukarıda anlatılan öğretim görevlisinin tavrını değil de, sıradan ve tutkulu bir okur olmayı, kendinize bu okurluğun keyfine dair bazı izinler tanımayı koyduğunuzda zaten eleştirmen olup olmamanın da, sayılıp sayılmamanın da bir önemi kalmıyor. Geriye kalan tek kaygıysa, sevdiğiniz yazarlara haksızlık etmemek.
Alain de Botton, Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir adlı kitabında Proust’un edebiyatı üzerine bir deneme kaleme alırken, bizi bir soruyla karşı karşıya bırakıyor: Sevdiğimiz yazar yaşamımızı nasıl değiştirebilir?
Flaubert’in Papağanı adlı kitapta, aslında karısının intiharının izinde bir doktor olan roman kahramanı şöyle der:
Kitaplar hayatı anlamlandırmamıza yarıyorlar. Tek sorun şu ki, anlamlandırmamıza yaradıkları, hep başkalarının hayatları, hiçbir zaman kendimizinki değil.
Ama Amerikalı yazar Michael Cunningham’ın Virginia Woolf’ün Mrs. Dalloway adlı kitabına bir teşekkür gibi olan Saatler adlı romanında Laura Brown, Woolf’ü okuyarak başkalaştırır yaşamını. İlk kez, günlük yaşama bir mola verip bir otelde birkaç saatliğine oda tutup Mrs. Dalloway’i okurken, kendini öldürmenin de, özgür olmanın da ne denli kolay olabileceğini kavrar: Ölmek mümkün. Laura, birden, böyle bir seçimi nasıl yapabileceğini –herhangi bir kimsenin nasıl yapabileceğini– düşünür. Woolf, “hayır, içe kapanmaya hiç niyetim yok” diye yazdıktan tam yirmi gün sonra kendini öldürür, Mrs. Dalloway’i tutkuyla okuyan Laura Brown ise, ailesini terk eder ve kendine başka bir yaşam biçer bundan sonrasında. Başkalarının yaşamını anlamlandırmaya çalışmanın karşısında, kendisininkini sevdiği yazarlar kurar Laura Brown.
Alain de Botton ise kendi sorusunu şöyle yanıtlar:
Ziyaret etmemiz gereken yer, Illiers-Combray olmamalı: Proust’a duyulan içten bağlılık, kendi gözlerimizle onun dünyasına değil, onun gözleriyle kendi dünyamıza bakmamızı gerektiriyor.
Bu öneriye karşı yine de içinde bir soru işareti kalıyor kuşkusuz insanın. Çünkü sevdiğiniz yazarlardan sonra kendi dünyanıza onların gözleriyle bakmaya başlasanız da, en azından ilkin onlara kendi gözlerinizle bakmış bulunuyorsunuz. Acaba gerçekten bir mucize gerçekleşiyor da, bir kitap okuyup bütün hayatımız mı değişiyor, diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Galiba öyle oluyor. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat adlı romanı, okuduğu kitabın peşinde yaşamını değiştiren bir delikanlının öyküsüdür ve şöyle anlatır delikanlı kitabı okurkenki kendini:
Öyle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor sandım: Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren, hem de onu pırıl pırıl parlatan bir ışık. Bu ışıkla kendimi yeniden yapacağımı düşündüm, bu ışıkla yoldan çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın gölgelerini sezdim.
İşte böyle başlayan macera, kendi başına bir öykü olup sürer. Sevdiğiniz yazarlara eklenecek birçok seveceğiniz yazar vardır ve onları henüz tanımamış olsanız da yazı adına onlara karşı sevgiyle –ama bildik anlamında hoşgörü dolu bir sevgi değil, tersine, aksi, huysuz bir sevgiyle– dolusunuzdur. Sevdiklerinizi kıskançlıkla savunur, sevmediklerinizi sevdiklerinizin yanına oturtmamak için –iyi birer yazar olsalar bile– hırçınlıkla direnirsiniz. Kim haksız olduğunu ileri sürebilir tutkulu bir okurun? Çünkü tutkulu bir okur her şeyden önce yaşamını değiştirmiş bir insandır ve insanî zaaflarından tam olarak kurtulmuş da değildir. Bu nedenle, sevdiği ve sevmediği yazarlara not veren Nabokov’u biraz kenara kaydırarak, sevdiği yazarlara ödev hazırlarcasına öykü yazan Borges’i öne çıkartmasında hiçbir sakınca yoktur. Ayrıca Borges, Julian Barnes’ın savunduğu tüm izinleri kullanır:
Burton’ın kitabı [Binbin Gece Masalları] o zamanlar müstehcen sayılan şeylerle dolu olduğu için yasaktı. Ben de tavanarasında gizli gizli okumak zorunda kalmıştım. Ama kitaptaki büyüye kendimi öylesine kaptırmıştım ki, masalların başka hiçbir yanıyla ilgilenmediğimden müstehcen denilen yerlerin farkına bile varmamıştım.
Kuşkusuz bu Borges’in çocukluğuna ilişkin bir anıdır ve sonraları ne kılı kırk yaran bir okur olduğu çıkacaktır ortaya ama, o iyi bir yazar olduğunu kanıtlamakla yetinmeyip ortalıkta taklitleri en çok dolaşan yazar haline geldiğinde bile yazmaya özenenlere her zaman, sevdikleri yazarlara öykünmekle işe başlamalarını önerecektir. Kendi özgünlüğünü her zaman okumuş olduklarına bağlayacaktır içten bir alçakgönüllülükle. Virginia Woolf Proust okurken sık sık Proust’un yazdıklarıyla kendi yazdıklarını kıyaslayıp yılgınlığa kapılsa da, Tezer Özlü doğrudan yaşama gücünü alır sevdiği yazarlardan:
Ben yaşama cesaretini ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden.
Bulgakov ise, Molière Efendi adlı biyografik çalışmasında Molière’in doğumunu anlatırken, ebeye dikkatli olmasını, böyle bir adamın dünyaya yüzyıllar boyunca bir daha gelmeyeceğini söylediğinde, gerçekten de önünde elden kayıp düşmek üzere olan bir bebek varmış gibi titiz ve sevecendir. Peter Ackroyd ise, Oscar Wilde’ın Son Vasiyeti adlı kitabında, Wilde’ın ağzından yazarken, çok daha zor bir şeyi dener: Yazarın dünyasına kendi gözleriyle bakmanın ardında, kendi dünyasını yazarın gözüyle ele alıyordur. Bu kitabında Ackroyd bol bol Wilde’ın De Profundis’inden yararlanır ama, ortaya çıkan gerçek bir Ackroyd kitabı olmayı başarır yine de. Belki de sevdiğimiz yazarların bizi biz yapışına ilişkin hoş bir rastlantıdır bu kitap.
Sonuçta, edebiyat tarihi birbirinden etkilenmiş ve bu etkiyi dile getirmekten çekinmemiş yazarlarla doludur ama biz okurlar için durum biraz daha farklı. Her şeyden önce Woolf gibi, önemsediğimiz yazarlar karşısında yılgınlığa kapılmamıza hiç gerek yok. Biz gönül rahatlığıyla sevdiğimiz yazarların peşine takılabilir, onların yazdıklarındaki büyüyü kendimize karşı bir gözdağı olarak almak derdinden uzak durabiliriz. Yaşanılır kılınmış bir dünyanın keyfini sürebiliriz kitaplarımızın arasında. Borges’in belirttiği o ikili yaşam yani olabildiğince gerçekte yaşamak ama aynı zamanda öbür gerçekte, kendi yaratmak zorunda olduğu, düşlerinin gerçeğinde de yaşamak, bizim için, olabildiğince gerçekte yaşamak, ama aynı zamanda öbür gerçekte, yaratılmış düşlerin gerçeğinde de yaşamak halini alır. Böyle bir yaşam, bu konuda iddialı olanlar için biraz basit kalabilir ama, keyfini çıkartmayı bilenler için kendine göre bir yücegönüllülüğe de sahiptir. Başka yazarlar üstüne yazmış, onların metinleriyle oyuna girmiş olan yazarlar ise, bize bir kez daha tutkulu bir okur olmanın tadını hatırlatırlar. Pekâlâ, zorlukları olan bir taddır bu ama, bir başkasına duyabileceğimiz en pervasız sevgiyi de, sevdiğimiz yazarlardan başka kime duyabiliriz ki? Bir başkasının kurduğu düşte pay sahibi olma hakkıdır sevdiğimiz yazara karşı durumumuz. Üstelik istediğimiz gibi didişebildiğimiz bir ilişkidir bu ve istediğimiz zaman bırakıp gidebiliriz onları, döndüğümüzde orada olacaklarını biliriz, suçluluk duymayız onlara olan ihanetlerimizden. Ama bir gün gelip de sevdiğimiz o yazarı sevmiş bir başka yazarın o yazar üstüne yazdığı bir şeyi okuduğumuzda, şöyle bir sarsılırız. Ya düşlemekten vazgeçerlerse?
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
06.04.2008
Proust meraklılarınaYazarın tüm kitaplarını hemen hemen aynı heyecan ve merakla okudum. Bu kitap hariç. Proust'u yine o akıcı üslupla sevdireceğini veya çözümleyeceğini bekleyerek okudum, ancak kitap bu kez hiç sarmadı. Yazarın değil, Proust'un meraklılarına öneriyorum.