Bahar ve Kelebekler’e Dair...
ALİ CANİB
Bir sene zarfında Ömer Seyfeddin’in üç cilt küçük hikâyesi intişar etti: Yüksek Ökçeler, Gizli Mabed ve son haftalarda çıkan Bahar ve Kelebekler. Bizim edebiyatımızda münekkit kudret ve selahiyetini haiz bir kimse olmadığı için bu eserler hakkındaki hükmü, edebî ammenin verdiği rağbet ve revaçtan istintac etmek en bitarafane bir tarzdır. Yüksek Ökçeler’le Gizli Mabed nüshalarından bir iki yüz kadar kaldı. Bahar ve Kelebekler’in satımı bine yaklaştı. Şunu her şeyden evvel arz etmek isterim ki seneler geçtikçe edebî kabiliyeti daha ziyade anlaşılan, bugün bizzat mecmua sahibi genç bir şaire: “Türk edebiyatının son zamanlarda yegâne küçük hikâyecisi Ömer Seyfeddin’di. Onun öldüğü günden beri Türkçe küçük hikâye yazılmıyor, yazılanlar hâlâ bazı kalem tecrübeleridir. Bunların arasında çok güzel olanlar da bulunabilir; fakat henüz bir hikâyecimiz olmadığına şüphem yok. Bunu bir edebiyat mecmuası çıkaran bir adam sıfatıyla herkesten fazla ben hissediyorum. Zannediyorum ki Ömer Seyfeddin yaşasaydı bugün Türkçeye hariçten hikâye nakletmeye bu kadar mecbur olmayacaktık, belki kendi lisanımızdakilerin tercüme edilmesini gurur ile bekleyecektik” dedirten bu müstesna gencin yalnız hikâyeleri değil, makaleleri, hatırat kabilinden yazdığı defterleri, hususi mektupları, bilaistisna tamamen neşredilecektir. Beğenen, beğendiğini okur. Türk edebiyatında bir merhale vücuda getiren adamın hiçbir satırı matbuat sahasına çıkmaktan mahrum bırakılamaz. Kaldı ki Ömer Seyfeddin ne yazmış ise edebî ammemizde hararetle karşılanmıştır.
Bahar ve Kelebekler muharriri –bu onun yeni lisanla yazdığı ilk hikâyedir– sade Türkçenin umumîleşmediği zamanlarda hayli itirazlara duçar olmuştu. Kendisi hatırat defterinde 8 Kânunısani 1918 tarihiyle şunları yazıyor: “Herkes benim lisanımı pek çıplak buluyor. Çünkü ben tabiî lisanı kendime örnek yapıyorum. Tabii lisan konuşulan lisandır. Eski nesrin Arapça, Acemce terkiplerden ve tasarruf edilememiş ecnebi kelimelerden aldığı lüzûcet tabii lisanda yoktur. Lisanımızın bünyesinde ‘med’ yoktur. Hecelerimiz hemen umumiyetle kısadır, kuvvetlidir. Öyle uzun cümleleri Türk söyleyemez. Ben işte Halid Ziya’yla Cenab’ın alacalı, terkipli, cafcaflı nesrinden birdenbire bu ana kadar yazılmamış tabii lisana döndüğüm için herkesi şaşırttım. Yakub Kadri’yle Falih Rıfkı’da eski terkipli nesrin bu lüzûceti hâlâ var. Onların lisanı bu lüzûcet için beğeniliyor. Halbuki ben bunu bir kusur sayıyorum. Haklı mıyım, değil miyim? İleride belli olacak. Ben lisanımda, lisanın hususiyetini teşkil eden ‘Türkîyyet’leri kullanırım. Bunu herkes ‘argo’ sanıyor. Argo ‘külhanbeyi lisanı’ demek. Fransızcada bir ‘argo’ var. Bir de ‘galisizm’ (gallicisme) denilen şekiller var. ‘Galisizm’ bu lisanların ‘ornoman’ları (ornement) hükmündedir. Lisanımızda bir ‘külhanbeyi lehçesi’ var. Fakat kamusu o kadar kısa ki… Adeta elli kelimeyi geçmez diyebilirim. …’nun Fransızcadan tercüme ettiği büyük bir argo kamusunu gördüm. İçinde binlerce kelime var. Onun için bizim ‘külhanbeyi lehçesi’ni Fransızların argosuna benzetmek biraz fazladır. Ne kemiyet, ne keyfiyetçe aralarında bir müşabehet yoktur. Bizim argo balıkçılarla tulumbacılar tarafından söylenilen beş on tane Rumca yahut Ermenice kelimedir. Fakat bilakis ‘ana sözleri’mizle rabıtaları olan o kadar çok ‘Türkîyyet’lerimiz var ki... Bunların manalarını yalnız biz biliyoruz. Bunlar ‘külhanbeyi’ gibi küçük bir zümrenin değil, bütün bir milletin tabirleridir. Bir kaç misal getireyim:
İşler çatallaştı
İşler sarpa sardı
Karnı zil çalıyor
Çok acıkmış
Vurdumduymazın biri
Hissiz bir adam
Bu hususiyetleri argo zannetmek pek büyük bir hata... Ama şimdilik matbuatta bunu anlatmak mümkün değil. İşte ben lisanımızın ‘ornoman’ları makamında olan bu hususiyetleri, tabiiliğin haricine çıkmayarak kullanmağa çalışıyorum. ‘Argo’ ile ‘galisizm’, ‘külhanbeyi lehçesi’ ile ‘Türkîyyet’ arasındaki farkı bilmeyenler beni ‘külhanbeyi lisanı’ kullanıyor sanıyorlar. Biraz hakları var. Çünkü şimdiye kadar tabii lisan, tabii lisanın hususiyetleri hep adilik telakki olunmuş! Edebiyattan çıkarılmış!… Eski uydurma mücerret nesre alışanlara tabii lisan hususiyetleri garip geliyor. Bir gün tabii bu nesre de alışacaklar. Fakat şimdiden: –Bu argo.. Bu adi.. hükmünü vermeseler…”
Zaman Ömer Seyfeddin’in tahminini pek çabuk meydana koydu. Bugün Bahar ve Kelebekler’deki hikâyelerin lisanını kimse yadırgamıyor. Başta Akşam gazetesine Rusçadan hikâyeler nakleden genç edip olduğu halde yeni nesirde Ömer Seyfeddin’in “Türkîyyet” tabir ettiği Türkçe hususiyetlerini kullananlar, kullanmakta zevk bulanlar çoğalıyor.
Bahar ve Kelebekler cildinin içindeki hikâyelerin pek “enteresan”larından biri “Fon Sadriştayn’ın Karısı”dır. Umumî harp içinde Yeni Mecmua’da çıkan bu eser Türkiye’de birbirine uymaz itirazlar, hiddetler, asabiyetler doğurdu. Ömer Seyfeddin 10 Kânunısani 1918 tarihiyle kendi hatıralarına şu satırları yazıyor: “Ben ‘Fon Sadriştayn’ın Karısı’nı Yeni Mecmua’da neşr ettim. Büyük bir gürültü yaptı. Yalnız kadınların arasında değil, Almanların arasında da… Bir hafta evvel Celal Sahir’e yemeğe gitmiştim:
–Almanlar da anlamıyorlar dedi, dün telefonla Ömer Seyfeddin niye bizi tahkir ediyor diye bana soruyorlardı.
Kadınlar hep ayağa kalktı. Boyuna eve telefon ediyorlar, mektuplar da alıyorum. ‘Nilüfer Sara’ isminde bir hanım bana ‘Seyfiştayn’ diyor. Beni Alman propagandacılığı ile itham ediyor. Vakit gazetesi baş muharriri Ahmet Emin, dün vapurda beni gördü: ‘Size yazılmış bir cevap var, Darülfünun talebesi hanımlardan’ dedi. ‘Hemen koyunuz’ diye güldüm. Tabii hepsine en nihayet bir cevap vereceğim…”
Ömer Seyfeddin bu cevabı “Fon Sadriştayn’ın Oğlu”nu yazmakla vermiş oldu. Yine Bahar ve Kelebekler’de münderic olan bu hikâye Türk hanımlığına karşı müteessirane ve samimi bir tarziyedir.
Kariler zümresi bu mümtaz hikâyecinin hakkını tamamen vermiş oldukları halde burada izah ve tahlil etmek istemediğim türlü türlü sebeplerle bir kısım muharrirler senelerce onun eserlerini zem ile gözden düşürmeğe uğraştılar. Bakınız Ömer Seyfeddin bunlardan bazıları için ne diyor! “Her türlü taarruzları gözüme aldım. Hiç korkmadan yazıyorum. Aleyhimde –ama şifahî– bir cereyan var. Bana ‘Pol dö Kok’ (Paul de Kock) diyorlar. Bu cereyanın reisi: (…) fakat ‘Hüda fırsat verir ise…’ onu öyle bir iflas ettireceğim ki!... Aka Gündüz Bilecik’te sürgün… Oradan Karagöz’e manzumeler yazıyor. Bir destanında diyor ki,
Servet-i Fünun oldu ana mektebi!
Hakikaten bu gençler pek çocuk! (…) filan öyle bir tavırla lakırdı söylüyorlar ki kendilerini tanımayanlar gayet ihtiyar birtakım üstatlar sanacak. Halbuki bunların daha edebiyatta isimleri yok. Matbuat imzalarını tanımıyor. Yine benim için bir tarizi var: ‘Ömer Seyfeddin ısmarlama hikâye yazmasa pek mümtaz bir hikâyeci olacak! Fon Sadriştayn’ın Karısı bunu ispat eder…’ Bu sözü mülakatta Rıza Tevfik de söyledi. Ismarlama hikâye!.. Düşünüyor, düşünüyor, bunun ne olduğunu anlayamıyorum. Ben her şeyden, en ehemmiyetsiz bir katreden, bir cümleden bir hikâye, koca bir roman çıkarabilirim. Sanat hikâye ve romanı çıkardığım ehemmiyetsiz şey değil, benim o şey etrafında canlandırdığım hayattır!…”
Ben bu sözlere bir şey ilave etmek istemem; yalnız şunu söyleyeyim ki Ömer Seyfeddin’e bazılarınca isnat edilen bir kusur da onun “déscription”a (tasvir) ehemmiyet vermeyişidir. Hatta geçenlerde bir mecmua “Ömer Seyfeddin hikâyecilikte bir şeye en çok ehemmiyet veriyordu: Vakanın hareketi. İhtimal Ömer Seyfeddin’in meziyet ve noksanı buradadır. Ömer Seyfeddin’de vakalar daima canlı ve hareketlidir. Fazla tafsilat yoktur. Uzun tasvirlere, tahlillere hiç tesadüf edilmez. Bunun ifratı Ömer Seyfeddin’in hikâyelerinde biraz kuru ve yavan bir tesir bırakmıştır…”
Hikâyenin tekniğini bizim memlekette hemen herkesten iyi bilen Bahar ve Kelebekler sahibi “nuvel” (nouvelle) ve “kont”ta (compte) tasvirin mevki ve derecesini pek mükemmel tayin eden bir adamdır. Fakat uzun seneler Halid Ziya Beyin bitmez tükenmez tahlilleriyle ünsiyet eden genç ediplerimizden bir kısmına bu tarzda düşündükleri için hak vermesek bile “mazurdurlar” diyebiliriz. Ömer Seyfeddin’in bu husustaki estetiğine gelince onu şu sözlerle pek iyi anlatmıştır: “Edebiyatsız edebiyat!” Çünkü bu millet asırlarca edebiyatlı edebiyatla meşgul edilmiştir. Bu sisteme ilk darbeyi Ömer Seyfeddin vurduğu için onun bir kıymeti de bu noktada olsa gerek. Nitekim aynı mecmuanın büyük bir insafla tasdik ettiği üzere “Bahar ve Kelebekler Türkçede hiçbir zaman ismi unutulmayacak nefis bir cilttir”.
Ömer Seyfeddin “edebiyatsız edebiyat” demekle Servet’i Fünuncularla muakkiplerinin terkip, teşbih, ifade şaklabanlıklarına tariz ederdi. Onun hiçbir hikâyesinde özenti yoktur. Sahsen nasıl nümayişi sevmez idiyse, hikâyelerinde de gösteriş için bir kelime yazmazdı. İşte birkaç muhtelif tasviri:
“Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem ve parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu.”... “Karşı sahilde mor, farkolunmaz sisler altındaki dağlar... korular, beyaz yalılar… Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havaî hakikati gibi uçan martı sürüleri!”… “Zavallı yüzünü daha beter ekşiterek, uzamış tıraşlarını kaşıdı. Tepesi dökülmüş başı kocaman bir bilardo yuvarlağı gibi gayet muntazam, gayet parlak, gayet beyazdı.”… “Vapur Sarıyer’e yanaşıyordu. Kalktık. Ufkî parmaklıkların arasından birer birer güverteye geçtik. Çömelmekten bacaklarımız öyle uyuşmuştu ki tıpkı oğullarına kız aramaya giden romatizmalı ihtiyar anneler gibi badikliye badikliye yürümeye başladık.”
(Biti anlatıyor) “Kuş gibi uçmaz, pire gibi sıçramaz. Haysiyetli büyük adamlar gibi ağırdır, vakurdur… Muntazam adımlarla ilerler… Sefillerin içinde yaşar, mahpusların gönül eğlencesidir. Darağacına kadar zavallılara arkadaşlık eder. Tabiatı iyidir. Sakindir, ne sokar ne yaralar, yalnız gıdıklar.” … “Yavaş yavaş yaklaştığımız hürriyet tepesinin yapraksız ağaçları kıtlık kâbuslarını hatırlatan çelimsiz, gamlı iskelet gölgeleri gibi görünüyorlardı.”
Dikkat eden kari derhal anlar ki Ömer Seyfeddin uzun, yorucu tasvirlerden şiddetle kaçınıyor. Neyi resmetmek istiyorsa bir iki fırça darbesini kâfi görüyor. Tıpkı Mopasan (Maupassant) gibi!... Her hikâyesinde ve bu meyanda Bahar ve Kelebekler’i teşkil eden parçalarında bütün kudret ve mahareti bilhassa bu noktada mündemicdir. Okuyan, kolaylıkla yazılabilecek şeyler karşısında bulunduğunu zanneder. Adeta kelimeleri, üslubu görmez; vakalarla meşgul olur. Fakat dikkat edecek olursa bu vakalar tabiattaki vakalardan daha mümtaz ve hususidir, orijinaldir, ekzantiriktir. Müstesna bir kafanın buluşlarıdır. Kendini göstermeyen üslup ise herkese nasip olmaz, bir mazharîyetin mahsulüdür. Öyle bir mazharîyet ki kendini göstermek istemediği halde derhal hissedilir. İnsana: “Bu Ömer Seyfeddin’in kaleminden çıkmıştır” dedirtir. İşte onun sanatı!..
Hayat, 26 Mayıs 1927, sayı 26.
Latin harflerine aktaran:TAMER ERDOĞAN
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız