Kibirli Bir Muhalif: Aylak Adam (Yusuf Atılgan)
Müge Karahan
“Sevişen iki insanda bile bir anda aynı duygular olmuyor”
(Aylak Adam)
Yusuf Atılgan Aylak Adam’ı, kısa, kesik ve fiil/eylem yoğunluklu cümlelerini en çarpıcı şekilde sıralayarak, yani kahramanı C.’ye sıralatarak sonlandırır. “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı,”1 diyerek koymuştur noktayı; söylenecek söz yoktur. Nurdan Gürbilek’in ifade ettiği üzere, yazar da kahramanı gibi susmayı tercih eder ve romanı bitirir. Bu susuş, aylağı takip eden okur için makul bir seçim olabilir. Böylesi bir romanın ardından susmak, okunduğu yerde bırakmak, son cümleleri defalarca okuyup susmak...
Romanın üç noktalı finali, kendi anlaşılmazlığını, anlaşılamayışını düşünüp de yazarın “anlamazlardı” sözüyle çarpılan/çarpışan okurun gururunu ve kibrini okşar. ‘Yazarın kibri’yle2 birlikte okurun kibri de açığa çıkmaktadır. Bu ‘son söz’deki kibir, ironiyle buluşmuştur. Bir romanın “anlamazlardı” sözüyle bitmesi; anlatmak isteyen, derdi olan, derdi olduğundan yazan yazarın anlatısının sonunda, yani anlatmaya çalışırken “anlamazlardı” demesi ironiktir. “Anlamazlardı” son sözünü okuyup anladığını gösteren bir jestle -belki kafasını sallayarak, belki ağzı açık kalarak, belki gözlerini yumarak ya da belerterek- düşünmeye devam eden okurun, “anlamazlardı”ya inat bir anlamışlıkla, anlamakta diretmesi de ironiktir.3
Yazanın (yazarın), anlaşılmayacağını düşünmesine rağmen bir anlatma süreci içine girmesi ve bir roman yayınlamasının (anlatısını yaymasının) ironisi, başkalık ve üstünlük takıntısıyla ve kahramanın -belki de yazarın- kibriyle ilişkilidir. Okuyucuya da bulaşacak olan bu kibrin ironiyle kucaklaşmasını Nehamas’ın Sokratik düşünce üzerine yazdıklarında da bulabiliriz: “Platon bizi diyalogların hayali izleyicisinin parçası olarak Sokrates ve muhataplarının yanına yerleştirir ve bakış açımızın genelde Sokratesi’inkiyle aynı olduğunu düşünmeye teşvik eder. Bizi Sokrates’in diyalektik muhataplarına karşı üstün, ironik bir tutum takınmaya kışkırtır. Böyle yaparken de bizi onlar gibi kibirli safderunlara dönüştürür.”4 Romanın ve roman kahramanı C.’nin kibri, kendini muhataplarından ayırmak hevesinde olan (insana) okuyucusuna da sıçrar.
Mağdurun Dili adlı kitabında Gürbilek, Yusuf Atılgan’ın, yazdıklarının (dolayısıyla da kendisinin) anlaşılmayacağını düşündüğü için romanını bu ifadeyle bitirmiş olabileceğini söyler ve Atılgan’a dair pek çok soru cümlesi sıralar: “Okuru umursamıyormuş gibi davranırken alttan alta aslında onun ilgisini çekmeye çalışıyor olabilir mi acaba yazar? Kendini okurdan kesinkes ayırma ısrarı, okura yönelik saplantılı bir ilgiyi, hatta bir bağımlılığı gizliyor olabilir mi? ... Dahası, okura yönelik bu meydan okuma tepkiden ibaret kaldığı ölçüde bir hıncı, enerjisini kendini başkalarından ayırmaya adamış bir gücenmiş bilinci, anlaşılma isteğinin boğulmuş olmasından kaynaklanmış bir hayal kırıklığını ele veriyor olabilir mi? Bütün bunlar Atılgan’ın yapıtını içten içe zehirlemiş olabilir mi?”5
Anayurt Oteli’nde, kahramanı Zebercet’in ağzıyla “İlle de gerekli miydi başkaları?” sorusunu soran ve Gürbilek’in yorumuna göre, belki de bu soruyu, “İlle de gerekli midir okur?” şeklinde kendi içinden geçiren yazarın (anlatanın) kibri, bir noktada hınçla karışmıştır. Yazar, anlaşılamayacağını düşünürken kibre düşmekte ve hınca yakalanmaktadır. Yazarın hıncını belli eden, okuru umursamıyormuş gibi davranmaya çalışmasıdır. Anlaşılamama, bir yazarın kibri kadar öfkesini ve hatta çaresizliğini de açığa çıkaracak bir durumdur. “Görülmek ister yapıt”.6 Atılgan’ın kahramanı C. de tekrarlar bunu: “Sen görmediğin zaman başkaları da seni görmez.” Gürbilek’in de dediği gibi, “‘onlara’ meydan okuma gücüyle, onlar tarafından görülme ihtiyacı arasındaki gelgitten yapılmış, böyle basınçlı bir iç mekanda ortaya çıkmış gibidir Aylak Adam.”7 Hırçınlığı, sıkıntısı, karmaşası biraz da bundandır.
Yazar gibi kahramanı da başkasına muhtaçlıktan dolayı öfkelidir. Kendini diğerlerinden ayırırken her ne kadar yalnızlığında yaşayabileceğini düşünse de -ya da başkalarına muhtaç olmadığına inanmışsa da- Aylak C.’nin serüvenini, yani bu romanı başlatan, iki kişilik dünya kurmak için birini (bir kadın) bulma arzusudur. C., bir tek kişiye bile olsa aslında bir başkasına, diğerine muhtaçtır. Aylak adam C., kendi iki kişilik dünyasını kurma ve gerçek sevgiyi, bu gerçek sevginin sahibi bir kadını yani ‘o’nu bulma niyetiyle aramaktadır. Giriş cümlesi bu arayışın habercisidir: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.”8
C., roman boyunca bu arayışının peşinden gider. Bu arayışın sebebiyle kibrinin sebebi aynıdır. Anlaşılamayışı, yalnızlığının sebebidir ve bu yüzden de Aylak, kendi iki kişilik toplumunu oluşturmak niyetindedir: “Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlikte düşünen, duyan, seven bir kadın!”9 Bu kadının izini sürerken Güler’e rastgelir ve aradığı kişinin, yani ‘o’nun Güler olup olmadığını anlamaya çabalar.
Aylak aylak gezinen/geçinen C., hayatın bütün mecburi rutinlerinden, törenlerinden sıyrılmış olmasına ve herkesten, her şeyden farklı olduğunu düşünmesine rağmen, tek başına bir dünya kurmak yerine iki kişilik bir dünyanın peşine düşmüştür:
“Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü birlikte yaşama zorunluluğuna inanmışlar. İşte benim onlardan ayrıldığım buna inanmamam. Sıkıntımın da sevincimin de kaynağı bu. Gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım. Bana tek insan yeter. Sevişen iki insanın kurduğu toplum. Toplumsal yaratıklar olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz, iki kişilik toplumlar değil mi?”10 sözleriyle açık eder birine ihtiyaç duyduğunu.
Zaten bütün bu karamsarlığın sebebi de yalnızlık, tek başınalık değil midir? Anlaşılamayışı (ve tabii ki farklılığı) yüzünden yalnız olan, insanlara sırt çeviren, ihanete uğramışçasına kendini onlardan ayıran, küskün aylak C., bilinen bir yorumu, yani insanın toplumsal bir yaratık olduğunu tekrarlayarak bir anlamda, kendi kendisinin de ihanetine uğramıştır. Her ne kadar insanlardan farklı olarak yalnızlığına kaçtığını söylese de iki kişilik bile olsa bir topluluğa, yani bir başkasına muhtaçtır C. ve toplum ona uygun olmadığından (şimdilik/ ‘o’nu bulana kadar) yalnızlığına kaçmıştır. “Dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım” sözü kolayca ağızdan çıksa da Aylak, bir ömrü yalnız geçirecek gibi değildir. Birini aramaktadır, çünkü iki kişilik de olsa bir topluma ihtiyaç duyar. Tıpkı yazarın ve yapıtın, anlamazlardı denilen okura muhtaç olması gibi.
Aylak’ın ‘Ötekiler Listesi’
Aylak’ın öfkesi, bir anlamda ihanete uğramışlıktan, insanların ve kendi kendisinin ihanetinden köklenir. Peşine düştüğü kadınların aslında ‘o’ olmadığını anlayınca, kadınlar tarafından terk edilince, insanların çok kolay rahatladığını görünce ihanete uğramış hissine kapılır. Walter Benjamin’e göre, Baudelaire’in “deneyim ağırlığını kazandırdığı yaşantı” da bir ihanetin öfkesinden ortaya çıkmıştır ve bu öfkenin sahibi şöyle anlatılır: “Bu son müttefiklerinin de ihanetine uğramış olarak kalabalığa karşı cephe alır, yağmura ya da rüzgâra karşı dövüşen birinin güçsüz öfkesiyle.”11
Benzer biçimde, Aylak’ın öfkesi de hayal kırıklığından, yalnızlığın burukluğundan, yani ihanete uğramışlıktan ve bunun yarattığı incinmişlikten körüklenmiştir. Kalabalığa karşı öfkelidir; kalabalık ondan farklıdır ve o diğerleriyle, ötekilerle karşı karşıyadır. Öfkesi Baudelaire’in tanımladığı anlamda güçsüz değildir belki, ama zaman zaman çaresiz kalır bu hınç ve kızgınlık. Kibre dönüşen öfkesi ve kendini sürekli ayıran kibri, taşkınlık yapmasının ve yaşananlara karşı direnmesinin önünü açsa da kimseye bir şey anlatmaz C. Aylak’ın içsesinin ve romandaki dışsesin öğreten ve kimi zaman alay eden küstah tavrının aksine çevresindekilerle çok konuşmaz kahramanımız; öfkesini aktarmaz. Kibri de öfkesi de kendi içinde kalır, C.’nin içinde yaşanır; Güler’e ya da Ayşe’ye olan kızgınlığını onlara göstermez.
Saplantılı biçimde kendini insanlardan ayırırken en büyük korkusuysa onlar gibi olmaktır. Diğerlerine öfkesini dökerken bir ‘ötekiler listesi’ oluşur romanın içinde ve Aylak’ın kafasında. Nurdan Gürbilek’in12 tanımlamasıyla bu ‘ötekiler listesi’ne girenler şu şekilde sıralanabilir: “İşlerine çabuk varma telaşındaki karınca sürüsü”, “işiyle avunanlar”, “ölçülü-biçimli davrananlar”, “komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar”, “eli paketliler”, “dökme kalıpları olanlar”. Kızgın olduğu bütün insanları ve bütün kızgınlıklarını bu ‘ötekiler listesi’ne kaydeder onlara açık etmeden.
Okur, kendini ayrıştırma çabası üzerinden kahramanla ortaklaştığı için ‘kibirli bir muhalif’ olan aylak adamın ‘ötekiler listesi’nden rahatsızlık duymaz. Uzayıp giden ve muhtemelen pek çok okurun da bir noktada dahil olabileceği bu liste, aslında bir yanıyla acımasızdır, çünkü C., aylaklığıyla kendini ayrıştırırken koşullarının aylaklık etmek için uygun olduğunu ve aylaklığın aslında/belki de kendi özel koşullarıyla da desteklendiğini göz önünde bulundurmaksızın diğerlerini/ötekileri tokatlamaktadır. Oysa C.’nin aylaklığı, hali vakti yerindeliğiyle desteklenmektedir. Aylak adam, eve elinde paketlerle dönmek zorunda olan, küçük hesapların peşine düşen, konu komşunun ne dediğini çok önemseyen insanları haklı olarak ama hırçınca yargılamaktadır.
Okur, ötekiler listesindeki eli paketlilerden biri olduğunu bile bile kulak verir Aylak’a: “Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum. Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?”13 Bu satırlar karşı çıkılacak gibi değildir. Okuyucu, kendisinin de her an genişleyen bir ötekiler listesine sahip olduğunu hatırlar; kendisinin bu listeye de dahil olduğunu bilmesine ve kendi feryadının ucuza kaçan, beceriksiz edebiyatına rağmen herkesten ‘farklı’ olduğu için yalnız olduğunu düşünür.
Okurun anlaşılamama ve kendini diğerlerinden ayrıştırma üzerinden ortaklık kurduğu C., gündelik hayatın ve hayatta kalmanın gerektirdiği bütün mecburiyetlerden ve külfetten kurtulmaya çalışır ve koşullarının elverişliliği sayesinde, hayatının ‘günlük hayat’, ‘iş günü’, ‘hafta sonu’ şeklinde seyretmesini bir ölçüde engelleyebilir. Her şeyden önce sabahın dokuzundan akşamın altısına kadar sürecek günlük esaretten kurtulmuştur, üstelik bunun için çabalamasına gerek kalmamıştır. Oysa çabadan ve yetinememekten başka bir anlamda söz eder Aylak:
“Kim bilir iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. ‘İş avutur,’ derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçsüzlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.”14
Kendi hayatındaki düzenlilikleri yıkmak, başkalarına benzememek, alışkanlık edinmemek üzere çabalarken görürüz onu. Aylak kendi arayışının peşindedir: “Hepinize inat, bir gün bulacam onu,” demesi yetinemeyişini örnekler. Topluma direnişi; kırgınlığından, öfkesinden kaynaklanmaktadır. Bu düzenlilik halini ve alışılagelmiş yaşamaları bozguna uğratmaktadır. Yoldan geçen, tanımadığı Rum kızı öpmesi de böylesi bir bozgun örneği olarak izlenebilir ve C., bu olayı da her zamanki kibriyle, bu Rum kızını da ötekiler listesine dahil ederek aktaracaktır: “İki kişiydiler; kol kola gülüşerek geliyorlardı. Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu. Bağrıştılar. Öteki, ‘Terbiyesiz, pis sarhoş,’ dedi. Kafamı hınçla geriye attım gülerken. Gittiler. Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan edemezsiniz. Oysa ben sarhoş falan değildim.”15
Rum kız, “dökme kalıpları olanlar” kontenjanından C.’nin listesine girmiştir.
İçses, Dışses ve Üçüncü Göz
Aylağın öfkesi ve hırçın, karamsar, zehirli dili yadırganmaz ya da sorgulanmaz. Kimse onun burnu büyüklüğüne burun kıvırmaz; aksine, okurun özendiği kahramandır o. Aylak C., edebiyatın tutunan (yani, kendine bir yer bulan, romanın adının yerine ve önüne geçen) ve tutulan kahramanlarındandır. Kahramanın bungun ama hırçın, kalabalıkta ama yalnız, aylak ama hareketli hali ve elbette ki okurunkiyle ortaklaşan ama bir yandan da farklılaşan ‘ötekiler listesi’, onun ilgi çekmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla, kahramanımız (kendisinin de çok istediği gibi) diğer yalnızlardan, tutunamamışlardan, kaybedenlerden (loser) farklı olarak estetize edilmiş bir aylaklıkla yol almaz. Zaten, kaybetmiş biri olarak karşımıza çıkmadığı gibi kaybedecek bir şeyi de yoktur; aksine o, sürekli aramaktadır.
Hep iz sürecektir aylak adam. Güler’in aslında gerçek ‘o’ olmadığına karar vermesi an meselesidir, ki zaten Güler’i bulması/seçmesi de türlü oyunlara ve tesadüflere dayanmaktadır: “Birden o ‘büyük şehir gıcırtısı’ dediği sesi duydu. (...) Otomobillerden biri durmuş, arkasında bir şey -kedi mi?- debeleniyordu. Sonra orayı yayalar sardılar. (...) Hep Güler’e bakıyordu. Gıcırtıyla birlik dönmüş, ötekiler toplanınca o da otomobilin arkasına yürümüştü. Şimdi Güler de onlardandı.
Orada, kaldırımın kıyısında ilk defa ondan kuşkulandı. Yoksa değil miydi? ‘Gözleri sulandıysa o değildir.’ Basıp giderim.”16 Aylak için “aslolan bulmak değil aramaktır.”17 Bunu kendi cümleleriyle C., şu şekilde ifade eder: “Ben ya ararım ya da yaşarım.”18
En kibirli duygularla dünyanın merkezine kendisini koyması dahi onu göze batan bir anti-kahramana dönüştürememiştir. Çünkü Aylak, yani C., sıradan bir insan ya da sıradan bir kahraman olmadığını okura kanıtlamıştır. Ötekilerden değildir ama başkadır. Kentin içinde hem kahraman hem de yabancıdır. Dili, sözü çok kuvvetlidir, hoyrattır, tokatlar ama okuyucuyu rahatlatır. Aylak oluşuna imrenilebilir belki, ama hınç duyulmaz, çünkü o, romanın en başında aylak olarak çıkmıştır karşımıza. Üstelik, cesurca tembellik hakkını kullandığı ve hayatın klasik akışına -okul, iş, evlilik, çoluk çocuk- direndiği bile düşünülebilir ve aylaklığı olumlanabilir.
Dolayısıyla -her ne kadar kibirli de olsa- muhalif oluşu, karşı çıkışı ya da en azından umursamazlığı sebebiyle imrenilen ve övülen bir karakter olabilir. Benjamin ve Yusuf Atılgan’ı, flaneur imgesinde ortaklaştıran denemesinde, Tuğba Doğan’ın19 da belirttiği üzere, C.’nin, “işbölümünün içinde yer almayı reddettiği” düşünülebilir. İşi gücü olmayan birinin kimliğine bürünerek gezinen flaneur gibi C. de insanları uzman yapan işbölümünü reddetmiş olur. “Ne iş yaparsınız” sorusuna verdiği cevap, karşısındakinin gözlerini büyütür: “İş yapmam ben; aylakım.” Beri yandan da dünyanın en zor işidir aylaklık ve bunu da belirtir romanında.
Okurun bütün bu kibirden, küstahlıktan, Aylak’ın hem kendine hem de diğer insanlara yönelik yakıcı öfkesinden rahatsızlık duymaması, C.’nin kendini ayrıştırma saplantısını okuyucunun da paylaşmasıyla alakalıdır. Aylak C.’nin bu keskin ve kararlı hıncı, ‘aslında kendisinin de diğerlerinden farklı ve bu koca dünyada yalnız olduğunu’ düşünen okuru ikna etmiştir. Kendisinin başka, bambaşka ve bu nedenle yalnız, mutsuz ve tutunamamış/tutturamamış ya da en azından uyuşamamış olduğunu hisseden pek çok okuyucusu da Aylak gibi, bu yalnızlığının, başkalığının ve farklılığının içinde savrulur.
Kendine bir kimlik, bir kılıf edinmek ve aslında ‘o’ olduğunu ispatlamak açgözlülüğüyle herkes kendini ayırmaya çalışır. Elbette bütün bu yalnızlığını ve esas mesele olan ‘başarısızlığı’nı kendi farklılığına yüklemek de estetik bir tutunamamışlığın, ‘övgüye değer’ bir tür aylaklığın bir başka ayağıdır. Tutunamamışlıkla, aylaklıkla bir noktada kesişmek, zorlama da olsa herkes için mümkün olabilir. Başkalarından farklı olduğunu düşünen ve ‘ötekiler’ gibi davrandığı zamanlarda kendisini ayırmak üzere türlü bahaneler bulan insan, buna inanmak isterken de kendini hep ‘ama’larla, çeşitli gerekçelerle ayırır. ‘Ben de yapmış olabilirim ama’ ya da ‘Belki ben de diğerleri gibiyim ama’ diye başlayan ve ‘ben aslında yapmazdım’la biten muhtelif cümleler kurabilir ve aslında kendisinin de ‘ötekiler listesi’ndekilere benziyor oluşuna sebepler uydurabilir.
Okuyucunun C.’yle bu denli, neredeyse ironik bir biçimde özdeşleşmesi de bundandır. Okuyucu, “anlamazlardı” lafına rağmen anladığını düşündüğü ‘Aylak Adam’ gibi kendisinin de anlaşılmadığına kanaat getirir. Oysa burada Aylak’ı farklı ve aylaklığa daha yakın kılan nokta, C.’nin içsesi ve romanda zaman zaman C.’yi yargılayan anlatının/anlatıcının (dış) sesidir. Aylak. C., kendi içsesini ‘başkaları’na duyurmayan okuyucudan ve insanlardan farklıdır, çünkü roman kahramanı C., kendisine yönelttiği öfkesiyle aynada kendini süzerken çıkar karşımıza.
C., bahaneler uydurmak için ‘ama’lara sarılmaz ve roman boyunca bu ‘ötekiler listesi’nin dışında kalmak için çabalar, başka insanlara benzemekten çok korkar ve diğerlerine benzediğini düşündüğü anda içinde bulunduğu durumdan çıkmak ister; hangi günde olduğunu hatırlamaya çalışmasını, “yeniden günlerin adıyla ilgilenmeye başlamak” olarak yorumlar ve ona can sıkıcı gelen bu huy nedeniyle endişeye kapılır. Kendini ya da okurunu ‘ama’larla kandırmaz; gündelik hayatın, aile hayatının, ötekilerin/diğerlerinin mıntıkasından kendini sıyırmaya çalışır. Bütün bunlardan sıyrılamadığı ve diğerleri gibi davrandığı zamansa günah çıkartmaya yeltenmez; bunun yerine kendini yargılar, suçlar.
Yalnızlığın, tutunamamışlığın estetize edilmiş hali değildir heyecanla okuduğumuz. “Romanda iki şeyi aynı anda anlatır Atılgan. Birincisi hep söylenen şey: İnsanı zorunlu çalışmaya, gündelikliğe, yapaylığa mahkûm eden orta sınıf hayatına yönelik bir başkaldırı öyküsüdür Aylak Adam. Ama bu öykünün içinde, bazen kahramanı kibre bazen de hınca hapseden bir incinmişlik öyküsü de kıpırdıyordur. Aylak Adam’ın önemi de Türk edebiyatının ilk toplum karşıtı kahramanının başkalarıyla ilişkisindeki derin incinmişliğine de işaret etmesinden, romanında bu iki öyküyü aynı anda inandırıcı kılabilmiş olmasından, dış kaleye olduğu kadar iç kaleye de eleştirel bir gözle bakabilmiş olmasından kaynaklanır.”20
İç kaleye, insanın içine yönelttiği eleştiriyi bu kadar gerçek kılan, kahramanın sıklıkla işitilen iç sesi ve romanda üçüncü gözün izlemesi için açılmış olan penceredir. C.’yi bu pencereden izleme fırsatını yakalayabilen okur, onun yalnızlığına -fiziksel, mekânsal ve duygusal yalnızlığına- tanık olma şansına da sahiptir. Aylak C., caddede, tramvayda, sinemada, kafede, lokantada, evde, yılbaşı akşamında yani yürürken, yolculuk ederken, yemek yerken, uyurken yalnızdır. Üçüncü göze açılan pencere burada devreye girer ve hatta üçüncü ses yani daha önce de bahsettiğimiz dış ses olur; Aylak’ın yalnız uyuma isteğini irdeler: “Evlenen iki kişinin gitgide sevgilerini yitirmelerinin baş sebebini aynı yatakta uyumalarında görürdü. Uyku başına buyruk yaşayan insan bedeninin kendini koyvermişliği, horlaması, yellenmesi, hepsinden çok o biteviye uyku soluması, kişinin bu bedende aramaktan hoşlanacağı gizlerin değerini düşürürdü. Gerçek sebep bu muydu acaba? Yoksa içinde gizli bir ikiyüzlülükle, kim olursa olsun, bir başkasının kendini uyurken seyretmesini mi istemiyordu? Yaşadığınca hiç kimseyle bir yatakta uyumamıştı.”21 ‘İç kale’ye yöneltilen eleştiri, Aylak Adam’ı esaslı bir roman kılarak okuru da ‘içeriden’ fetheder.
Romanın farklı gözleri ve sesleri, iç kaleye yönelik bu eleştiriyi bir itiraf ya da günah çıkartma olmaktan kurtarır. Kendini diğerlerinden ayıran ve ötekilere benzemekten korkan C.’nin bu kaygısının sadece biçimsel ve kurmaca (yapmacık) bir endişe olmadığını anlatır. Aylak savunma yapmaksızın kendini yargılamaktadır: “Terden, yorgunluktan korktum. Rahattım. Rahatına düşkünlerden, eli paketlilerden bir ayrılığım yoktu. Ona ‘ötekiler yok; ikimiz varız’ diye bağırdığımda bile ötekiler gibiydim. Neden gülüyorsun? Bir ay akşamları eve üzüm taşımadım mı? Üzümü hep aynı manavdan almadım mı? O gün bu kalın kaşlı manav bana kocaman kesekağıdını uzatıp, ‘Razakı seversiniz siz. Bitecek gibiydi de ayırdım,’ deyince sevinmedim mi? Adama parasını verirken kendimi dükkânın aynasında, kucağımda kesekağıdıyle görünce utandım. Sanki aynadaki ben değildim. Gece, razakı üzümü yiyebileceği için sevinen biriydi bu.” İşte Aylak’ı ve Aylak Adam’ı diğerlerinden ayıran ve farklı kılan, bu farkındalık halidir. C.’nin kendini yargılamadığı durumlardaysa romandaki dış ses, okura yardımcı olur ve “gerçek sebep bu muydu acaba?” gibi sorularla C.’yi açmaya, görmeye çalışır.
Aylak Adam, öfkesiyle, ötekiler listesiyle ve kendisiyle; kendini ayrıştırma çabası içindeki okurdan (diğerlerinden) daha sahici olduğunu kanıtlar farklı sayfalarda, başka cümlelerle. Örneğin hoşlanmadığı iki adam hakkında konuşurken kız arkadaşı -ikinci kadın kahramanımız- Ayşe’ye, “Bu iki adam dünyada hoşgörü diye bir şey olmadığını bilmiyorlar. İnsan kendininkine uygun olmayanı bağışlamaz. Biz hoşgörüsü olmadığını bile bile, başkalarında kendininkinden ayrıyı bağışlamaya çalışana hoşgörülü diyoruz,” dedikten sonra, Ayşe’nin onu, “Bize karşı iyiler ya!” diye cevaplaması üzerine konuşmaya devam eder ve gerçekliğiyle bir kere daha uyandırır okuyucuyu: “Bilmiyorlar da ondan. Ölçülerine uyacağımızı sanıyorlar. Bilseler kovarlar bizi.”22
Hoşgörü üzerine verilen bu kısa söylev, okur açısından oldukça çarpıcıdır.23 Aylak, hoşgörünün bir tehdit olduğunu düşündürür, ima eder. Hoşgörünün tam da hoşgörüsüzlüğün sınırında anıldığını gösterir. Ece Ayhan, düzyazı şiirinde hoşgörünün sınırını/dikenli tellerini teşhir etmiştir. Böylece, hoşgörünün foyası ortaya çıkar: “Hoşgörü, hoşgörüsüzlüğün takma adıdır.”24
Romanın ve Aylak’ın
‘Açık Pencere’si
Aylak’ın çoğunlukla kendi içinde patlayan öfkesinin kırgınlığına ve gerçekliğine tanıklık ederiz anlatı boyunca. Tam öpüşecekleri sıra, “Pencere açık!” diye haykıran ve konu komşudan, anasından babasından, mahalleliden çekinen, dahası yaptığı şeyden utanan, belki de içine sindiremeyen Güler’e kızışı gerçektir, çünkü C., utanç denen şeyin kendinden utanmaktadır. Yine de öfkesi bir kere daha eli boş, ona geri dönecektir. Güler’e pek bir şey anlatamaz, kızın belki de kadınlığının baskısıyla beynini saran çekingenliğine gerçekten öfkelenmesi bir şeyleri değiştirebilecek midir?
Güler, korkarak/çekinerek büyü(tül)müştür; belki de bu ikiyüzlü gelenekten kurtulmak, utancından utanmak için yönlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Aylak, ona ses etmez; kendi başkaldırısına Güler’i de katmaya çalışmaz, kızgınlığını içinde yaşar: “... onu böyle çekingen yaptıkları, ‘bir şeyler uydurmak’ zorunda bıraktıkları için ötekilere kızıyordu”(r).25 Aylak’ın iç sesi ancak okurun ve kendisinin kulağında çınlayıp geri dönecektir en hırçın ve kederli haliyle: “Soyunurken babanın duyunca, nasıl şaşıracağını, başkalarının neler diyeceğini düşündün. Şimdi seni kucaklayıp yatağa yıksam, öpe okşaya etini kışkırtsam, kulağına benden duymak istediklerini söyleyip seni kandırsam her şeyi yeniden unutursun. İstemiyorum böylesini. Yarım bardak şarap içirdim diye nasıl içimi yedim görmedin mi? Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna dek sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlik. Ama bir gün babanı, başkalarını kovup geleceksin. O zaman keskin ışıkta soyunup açık pencerede sevişeceğiz.”26 Artık Güler’e de kırgındır C., ihanete uğramıştır . Güler ‘o’ değildir; ‘o’ olmamıştır.
C.’nin ‘o’nu bulması zordur, çünkü Aylak, kolay rahatlayanlardan değildir. Utançlarından, çekinmelerden kurtulunca ve paylaşınca rahatlar C., ya da beraber gülündüğünde: “Birlikte gülündü mü insan rahatlıyordu” demesi hem başkasına muhtaçlığını hem de başkaları gibi kolay rahatlayamadığını hatırlatır. Umutsuzluğa kapılsa da bitmez arayışı; romanın sonlarında yalnızlığın dibine vurduğunda da -onu aylak yapan- arayışı sürmektedir. Meyhanede sohbet ederlerken arkadaşının “Görmeyeli neler yapıyorsun” sorusu üzerine C., arayışının sürdüğünü ve kendisi yaşadıkça da süreceğini ima eder:
“Ben çoğu geceler içiyorum. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından...”
“Ya içmediğin zamanlar?”
“O zaman ararım. (...) Ben, toplumdaki değerlerin iki yüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın.”27
Kendini okura açan kahraman, paylaşmaktan tarafa çevirir yüzünü. Gizliden, saklıdan, mahremden ziyade açıklıktır onun aradığı. Kapalı pencerelere, üstü kapalı sohbetlere, saklanmış yazılara -günlüklere- tahammülsüzdür. Ayşe’nin günlüğünü okuması ve kendisinin de aynı açıklıkla Ayşe’ye kendini anlatması da bundandır. Oysa Ayşe, “İnanıyorum. Canım benim, anlatma artık!” diyerek susturur onu. Aylak Adam’ın, parantez içine alınmış sesi girer araya: “İçini böyle çırılçıplak açan birinin, artık bunları gören insanı sevemeyeceğini sanıyordu.”28 Daha önceki sayfalarda da Güler’le konuşurken C., benzer şeyleri söylemiştir: “Korkunç olan ne? Bunları herkes düşünür ama çoğu söyleyemez. İkimizin arasında saklı bir şey olmaması sana bir rahatlama vermiyor mu?”29
Ayşe gibi Güler de ‘o’ olmamıştır; ikisi de bırakır C.’yi. Ayşe günlüğünü okumasının ardından not bırakarak terk eder onu. Güler ise C.’nin kendilerine laf atan iki adamla kavgaya tutuştuğu akşamın ardından kayıplara karışır, bir daha karşımıza çıkmaz. C. iki adamı görünce kavganın kokusunu almış ve Güler’e, kaçıp iskelede beklemesini tembihlemiştir. Ancak iskeleden ayrılan vapuru gördüğünde Güler’in onu beklemediğine emindir: “Eli acıyordu. Yorgundu, güçsüzdü. Bu pis dünyada yaşadığı, ona bu yaptıklarını yaptırdıkları için kızgındı. Bir ağlasaydı! Ama ağlayamazdı. (...) İskeleden ayrılan vapuru gördü. ‘İşte bu vapurla gidiyor; biliyorum. Yoksa onu son defa gördüğümü sanır mıydım? İyi. Bu gece arkadaşına olanları yazacak. ‘Onu bıraktım!’ diyecek. ‘İnsan onunla oldu mu başına daha korkunç şeyler bile gelebilir.’ İyi. Gitsin. İleride, üç odalı evinde sıkıldığı zaman beni düşünemeyecek mi? Yazık.”30
Olanların ardından C., ‘o’nu bulacağının inancı ve inadıyla aylaklığı sürdürürken bir gün tekrar rastlar ‘o’na ve yetişmek için koşmaya başlar...
Son Söz ya da Susmak
Okur, Aylak Adam’ı da yazarını da genel olarak çok sevmiştir ve roman tutulmuştur. Bu noktada, sevmenin/hayranlığın sebebinin okurun kibri olduğu söylenebilir. Okuyucu Aylak Adam’ı, yani anlaşılmayanı okuyan ve anlayan olarak okurluk mertebesinde yükselmiştir; artık o, seçici ve seçilmiş okurdur.
Yazarın kendini ayırma ısrarına benzer biçimde okurun da kendini ayırma hevesiyle romanı sahiplenmesinin yanı sıra Aylak Adam’ı unutulmaz bir başucu kahramanı yapan C.’nin karakteri de asla arka plana itilemez. Kendi karamsar havasına rağmen okuru hafifletmeyi de becerir Aylak. Sıkıntıyı hem hatırlatır hem de an be an eritir: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.”31
C. aylaklığından ötürü herhangi birine zarar vermiş değildir. Kendini asla gizleyip saklamamış, olduğundan farklı göstermemiştir. Kimse C.’ye, sözünde durmadığı için çıkışamaz, çünkü C. kimseye söz vermez. Güvenleri sarsmaz, çünkü böyle bir iddiası yoktur. En önemli sığınağı, aylaklığıdır. Ancak bu aylaklık denen, ne sadece uyumak, ne sadece gezmek, ne de sadece okumaktır.
C., okur, gezgin, uyur/uykucu vs. değildir; o, sadece aylaktır ama başka ‘sadece’lere yer yoktur çünkü o, ‘yetinmemek’ten yanadır. Her türlü alışkanlıktan sıkıntı duyan C.’nin aylaklığı, alışkanlık edinmesine izin vermez. O, hem kentin içinde bir yabancıdır (yalnız) hem de kentin kahramanıdır. Aylak, plan yapmaz. Görüşmek istediklerinin izini sürer, görmek istediklerini takip eder; izler. İz sürer çünkü sürekli arayış içindedir. İçinde boşluklar olsa da boşta ya da boşlukta değildir; aylaklık etmektedir: “Sultanahmet durağından, Nişantaşı’nda inmek niyetiyle Maçka tramvayına binmiş bir adam, dışarıya baktığı camdan ne sevdiği kadını, ne de bir tanıdığını gördüğü halde yarı yolda neden iner? Bazen insanı bir yangın kulesi de çağırır. Hele bu adam, öğle yemeğini yediği kalabalık lokantadan çıkıp nereye gideceğini bilmeden yürürken derin localı sinemanın kapısında bekleyen şaşı kadını görür görmez dönmüş, Alemdar’a dek yürümüş, çocukluğunda içinde yaşadığı iki katlı eski evin önünden geçip, kafası o günlerin kimi açık, kimi belirsiz karışık anılarıyla dolu, tramvaya binmiş biriyse, yalnızsa, aylaksa onun nerede ineceği bilinmez.”32
Kahramanımız C.’nin aylaklığının estetik ya da iğreti olmaktan kurtulmasında yaratıcısının payı sonsuzdur şüphesiz. Atılgan’la ilgili bir başka yazısında, yine Nurdan Gürbilek,33 Tanpınar’ın öğrencisi olan yazarın, Tanpınar’daki uyum estetiğinin görmediği şeyleri yazıya soktuğunu gösterir: “... (Aylak Adam’da) tramvayda oturan adamın kulağındaki kir, (Anayurt Oteli’nde) Zebercet’in sivilceli kıçı, ortalıkçı kadının tabanı karamsı ayakları.” Atılgan’ın Aylak’a duyduğu hayranlık, anlatının ve karakterin estetize edilmemesine, Aylak’ın kederinin esaslılığına ve “dilinin içine sızan” sıkıntıya bağlıdır: “Sıkıntı içinde aceleyle temize çekilirken gözden kaçmış, düzeltilmeden öylece bırakılmış harf sürçmeleri.” Onun sıkıntısının dilin içine sızdığını, bulaştığını söylemektedir Gürbilek ve “sıkıntının hizmetine koşulmuş bir dilin kendi sıkıntısından; yalnızca sıkıntıyı anlatan bir dilden değil, kendisi sıkılan bir dilden” bahseder.
Aylak Adam’ı okuduktan bir süre sonra, belki de hemen sonra ya da defalarca okuduktan sonra, hiçlik duygusuna kapılabilir insan. Altı çizilmiş cümleleri, kenarı kıvrılmış sayfaları fırlatıp atmak isteyebilir, çünkü zordur ve belki de boşunadır böylesi bir kitap üstüne konuşmak. Hele ki kahramanının/anlatanının; anlaşılmadığını düşündüğü bir roman/anlatı, okur açısından -her ne kadar okur, anladığını düşünse de- bir tür boşunalık hissi uyandırabilir. Cümlelerin altını çizmek, not almak da manasızdır, çünkü karar veremez insan. Kitap karalara boyanır, çizgi çizgi yaşlanır, kırış kırış buruşur. Hakkında yazılanları okumak da hakkında yazmak da zordur; kısacası, romanın üzerinden geçmek ağır gelir okuyanına. Neyi alıntılayacağını, neresini tutup çıkaracağını bilemez insan ve bütün romanı baştan aşağı dikte edesi gelir. Sanki sonrasındaki her şey gereksizdir, senden (yani benden) başka kimse onu anlamamıştır, anlayamayacaktır. Susmak gerekir.
“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”
Yorumlar
Bu ürüne yorum yapmak için giriş yapmalısınız
29.10.2017
44 sayfaİlk 44 sayfaya sabrederseniz sizi muazzam bir kitap bekliyor. Hafif bir Sabahattin Ali havası,buram buram yalnızlık,insanın içini ısıtan bir kitap.
30.12.2016
Harika Bir Kitapİnsanın iç dünyasını en iyi yansıtan kitaplardan biri. Daha önce okuduklarım böyle içime işlememişti. Yalnız yaşayan insanlar daha bir derinden etkilenecek bu bir gerçek.
20.12.2015
MüthişYıllar sonra bile Aylak Adam dendiğinde tüylerim diken diken olur kitabın olumsuz tek bir yanı var sigarayı sevdirebilir :)